Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789

İnsanlık ilerliyor mu? Nereye...

Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Aydın GAZETE DURUM için “ilerleme idesi (fikri) üzerine” çok katmanlı bir yazı kaleme aldı.

AZE Haber Ajansı

ANKARA- Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Aydın GAZETE DURUM için “ilerleme idesi (fikri) üzerine” çok katmanlı bir yazı kaleme aldı. Aydın, tarihsel bir perspektifle kaleme aldığı yazısında, antik dönemden bugüne uzanan tarih anlayışlarına dikkat çekiyor. 

Aydın, Aydınlanmacı düşünürlerin, insan soyunun sürekli olarak daha iyiye doğru ilerlediğini düşündüğüne işaret ederek, “Darwin’in evrim teorisinin de bu ilerlemeci idenin pekişmesine katkı sunduğu açıktır. Evrim süreci doğal ayıklanma yoluyla adapte olanın ayakta kaldığını ve türlerin basitten karmaşığa doğru dallanıp budaklandığını ileri sürer. Darwin’e göre, doğal ayıklanma, insanların birbirini ezdiği bir mekanizma olarak yorumlanmamalıdır, tersine, ‘doğal ayıklanma her varlığın iyiliği uğruna işlediğinden, bütün beden ve akıl yetenekleri yetkinliğe doğru ilerleme eğiliminde olacaktır.’ Darwin aslında, Spencer’in topluma da uyguladığı en uygun olanın sürdürülmesi kavramının barışçıl bir yarışma anlamına gelmesini talep etmektedir” diyor. 

İşte o yazı:

Aydınlanmacı düşünürler, insan soyunun sürekli olarak daha iyiye doğru ilerlediğini düşünürler ve tarihe bu ilerleme perspektifinden bakarlar. İlerleme, tarihsel süremde bir bütün olarak insanlığın bilişsel yetilerinin yetkinleşmesini ve buna bağlı olarak dogmatik zincirlerden kurtulmasını ve sosyo-kültürel gelişimi temel alır. Onlara göre, dogmalar, köksüz ve işlevsiz gelenekler, insanın doğal yetilerinin akla uygun kullanılışının, erginleşmenin ve olgunlaşmanın önünde ayak bağı olurlar. İnsan, aklını dogmatik zincirlerden kurtarır, kendi aklını kitlelerin önünde ve hizmetinde özgür bir biçimde kullanırsa, işte bu tutum aydınlanmaya yol açar. Kendi aklını kamu hizmetinde kullanmak, bir kimsenin, örneğin bir bilgenin bilgisini ya da düşüncesini, onu izleyenlere ve okuyanlara yararlı olacak bir biçimde sunmasıdır. Aydınlanma olmuş bitmiş bir şey değildir, insan soyunun gelecekteki her yeni aydınlanması, aklın sürekli özgürleşmesine, akıl temelinde insan soyunun ve toplumların gelişimine ve ilerlemesine bağlıdır. Bu süreç, aklı özgür kullanımına engel olan geleneksel kalıplardan kopmayı, özgür akıl ve deney ışığında doğaya ve topluma yönelmeyi, geriye değil, ileriye bakmayı talep eder. Bu bakımdan, Aydınlanmacılara göre, aklı ve bilimi önceleyen, geriye değil ileriye bakan özerk özneler, toplumsal gelişim ve ilerlemenin taşıyıcısıdır.

Aydınlanmanın ilerleme idesi, o denli etkili olmuştur ki, 18-20. yüzyıllar arasında hemen her düşünür, inan soyunun tarihsel süremde durmaksızın ilerlediği fikrinin cazibesine kapılmıştır. Kuşkusuz ilerleme idesinin bu cazibesinde, öznel açıdan umut ilkesinin, nesnel açıdan ise durağan feodal sistemin çöküşüyle ortaya çıkan Sanayi Devrimi’nin yarattığı devingen olanakların, bilimsel ve kültürel atılımların güçlü bir rolü olmuştur. İşte bu toplumsal koşullarda yetişen Kant, Hegel, Comte, Condercet, Mill, Spencer, Nietzsche, Marks vb. düşünürler-filozoflar, ilerleme idesini birçok sorun içeren temel bir kavram olarak irdelemeye yönelmişlerdir. Sözgelimi Kant, insan türünün bütün tarihinin doğanın gizli bir planının gerçekleşmesi olarak görülebileceğini söyler. Bu plan, ona göre, insanlığın bütün doğal yeteneklerinin gelişebilmesini sağlamaktır. O, insan aklının gelişmesini bireylerde değil, türde kendini gösterdiğine inanır ve bu gelişmenin varacağı nihai noktanın yani doğanın en üstün amacının, dünya yurttaşlığı düzeni olduğunu ileri sürer. Hegel için tarih, yönlendirici bir ide olan özgürlüğün aşamalardan geçerek, kendini daha açık kılması, insanlığın kendi tarihi hakkında daha çok bilinçlenmesi ve özgürleşerek ilerlemesi sürecidir. Benzer bir biçimde Spencer, tarihi, insanın yetkinleşme süreci olarak görür ve bu süreci kaçınılmaz bir evrimin ürünü olarak kavramsallaştırır; ilkelden uygara bir evrimden söz eder. Comte, insanlığın geçtiği din ve metafizik aşamadan sonra ilerlemeler sonucu bilimsel aşamaya geçildiğini müjdeler. Condorcet’ye göre insan yetkinleşebilen bir varlıktır ve insan soyu sürekli olarak ilerlemektedir. O, "İlerlemenin sınırları ilerlemenin kendisidir’ diyerek, insanın ilerlemesinin sınırsızlığını vurgular. Mill’e göre, insanlığın tarihsel süremde adım adım ilerlemesi, çektiği acıların azalmasına gönderme yapar ve mutlu yarına umut aralar. Nietzsche, insanından üstinsana ilerlemenin haberini salık verir ve insanı, maymunla üstinsan arasında gerilmiş bir ip olarak sunar. İnsanın üstinsan adına aşılmasını ister. Marks, maddi üretim temelinde, bir tarihsel belirlenimciliğe gönderme yapar, sınıf savaşı ekseninde köleci toplumdan feodal topluma, oradan kapitalist topluma ulaşan insanlığın, yine sınıf çatışmasıyla sınıfsız komünist topluma varacağını ileri sürer. Bu ideali gerçekleştirmeyi işçi sınıfının omuzlarına yükler. Hegel ve Marks ilerlemenin diyalektik bir süreç olduğunu iddia ederken, Mill, Comte ve Spencer gibi düşünürler birikimli ilerleme idesine yönelirler.  

Darwin’in evrim teorisinin de bu ilerlemeci idenin pekişmesine katkı sunduğunu belirtmek gerekir. Evrim süreci doğal ayıklanma yoluyla türlerin basitten karmaşığa doğru dallanıp budaklandığını ve türleştiğini, adapte olanın ayakta kaldığını ileri sürer. Darwin’e göre, doğal ayıklanma, insanların birbirini ezdiği bir mekanizma olarak yorumlanmamalıdır, tersine, ‘doğal ayıklanma her varlığın iyiliği uğruna işlediğinden, bütün beden ve akıl yetenekleri yetkinliğe doğru ilerleme eğiliminde olacaktır.’ Darwin aslında, Spencer’in topluma da uyguladığı en uygun olanın sürdürülmesi kavramının barışçıl bir yarışma anlamına gelmesini talep etmektedir. 

Filozoflar ve bilim insanları aracılığıyla işlenen ilerleme idesi modern dönemde artık her yerdedir; hem doğal hem de kültürel alanda her nereye bakılsa ilerleme görülmektedir. Doğal alanda, evrenin 13,8 milyar yıl önce tekillik noktası denilen bir noktadan itibaren genişlediği, canlılığın 3,5-4 milyar yıl önce prokaryotlar (çekirdeksiz tek hücreliler) ile başladığı, 2,5-2.8 milyon yıl önce homo cinsine ulaştığı; bu homo cinsinin, homo habilis, homo floresiensis, homo erectus, homo neanderthal’dan geçerek yaklaşık 300.000 yıl önce anatomik olarak modern insanların atası sayılan homo sapiens’e uzandığı söylenir. İşte bu homo cinsiyle birlikte kültürel evrim ortaya çıkar, düşünen ve konuşan insan homo sapiens ile birlikte bu evrim gittikçe kompleksleşir. Çünkü homo sapiens, hem çevresiyle ve iklim şartlarıyla uyum sağlar hem de düşünme gücünü kullanıp, çevresini değiştirerek dünyadaki en güçlü canlı varlık haline gelir. Homo sapiens'in gelişimine koşut olarak kültürel alanda, dinlerin, animist, fetişist ve çok tanrıcılıktan tek-tanrıcılığa; üretim ilişkisinin, köleci, feodal ve kapitalist aşamadan sınıfsız topluma; insanların toplayıcılık-avcılıktan, tarıma, oradan sanayi ve nihayet bilişim toplumuna, insanın ise ilkelden moderne/uygara doğru ilerlediği savunulmaktadır. 

Bu düşünceler açıkçası, ilkçağ ve ortaçağların durağan doğa ve toplum anlayışından köklü bir kopuşu ifade eder. Eskiler, evrenin kaostan kozmosa doğru evrildiğini düşünmekle birlikte, kozmos bir kere kurulduktan sonra türlerin sabit olduğuna inanıyorlardı. Ortaçağda Tanrı’nın yarattığı evren statik işleyişi olan bir evrendi. Kültür bakımında da durum pek farklı değildi. Eskiler, en iyinin geride kaldığına, zaman içinde kültürün bozulduğuna inanıyorlardı. Söz gelimi bir Sümer şiirinde şöyle denilmektedir: 

“Eskiden yılanın olmadığı, akrebin bulunmadığı bir devir vardı, sırtlan yoktu, aslan yoktu, ne vahşi köpek vardı, ne de kurt, ne korku vardı ne de dehşet, insanın rakibi yoktu. Eskiden, Şabur ve Hauzi ülkelerini, bunca dilin konuşulduğu Sümer’in, tanrısal yasalı büyük prens ülkesinin, Uri’nin, gerekli her şeyi sağlamış ülkenin, güvenlik içinde dinlenen Martu ülkesinin, bütün evrenin, birlik içindeki halkların Enlil’e tek bir dilde saygı duydukları bir devir vardı.”  

Anılan Sümer şiirinde dile gelen anlayış, Uzak Doğu’da Leo Tzu tarafından kurulan Taoculuğun kuramsal boyutunun geliştirilmesinde etkin bir işlev yüklendiği anlaşılan Chang Tzu’nun dilinde şöyle ifadelendirilir: 

“İnsanlar kumaş dokuyup giysi dikerlerdi, tarla sürüp ekmek yaparlardı kendilerine. Yaşamlarıyla uyum içindeydiler. Birlikteydiler; ne sınıflar, rütbeler vardı ne de düşman gruplar. Doğal bir huzur vardı her yerde. Bu yüce Te’nin her yerde egemen olduğu bir dönmedi. (…) Tüm canlılar barışık yaşardı yan yana ülkelerinde. (…) İyi ile kötüyü bilmezdi kimse o zamanlar” 

Hesiodos, zaman ilerledikçe insanların tanrılardan uzaklaştıkları, bozuldukları ve kötüleştikleri görüşündedir. O bu anlayışını soylar öğretisiyle ortaya koyar. İnsanlık sırasıyla altın soylular çağından, gümüş soylular çağına, oradan tunç soylular çağına, ardından demir soylular çağına doğru geriler. Hesiodos’un yaşadığı dönemi tam bire çöküş dönemi olarak görür; insanlarını gündüzleri didinip ezilen, geceleri kıvranan, sürekli belalarla uğraşan, çok az sevinç yaşayan kimseler olarak niteler.  

Benzer yaklaşım tarzına Antik çağ filozoflarında da rastlanır; nitekim ünlü filozof Empedokles’in şöyle dediği aktarılır: 

“Vardı onlar arasında üstün bilgili bir kişi, en büyük düşünce hazinesine sahip olan, her türlü bilgece işlerden en çok anlayan. Uzanınca yukarıya zekasının bütün gücüyle kolayca görüyordu bütün varolanların her birini, insanların onuncu ve yirminci göbeğine kadar.”

Eski Yunanlıların aynı şeylerin sonsuzca yinelenmesi inancı, Hz. Süleyman’ın ‘Güneş’in altında yeni bir şey yoktur’; Ben Akiba’nın ‘şimdi olan her şey önceden olmuştu’, İbn el-Mukaffa’nın “bilginin hiçbir harfi ve hiçbir adı yoktur ki rivayet edilmemiş, öğrenilmemiş, geçmişteki bir öncünün söz veya yazısından alınmamış olsun’ sözleri kültürel anlamda geçmişi yüceltir.

Tek-tanrılı dinler de buna katılırlar, kurucu peygamberin yaşadığı dönemi arketipe dönüştürler. Her gelişmeyi özden sapma ve yozlaşma olarak görürler. Söz gelimi İslam kültüründe ihya, bir şeyi yeniden canlandırma, yeniden yapılandırma anlamına gelmektedir. Bu haliyle o, belli bir yozlaşma ya da hantallaşmadan sonra, belli bir düşünceyi ya da belli bir sistemi, yeniden inşa etmek anlamına gelmektedir. Müceddit kavramı ise, ‘c-d-d’ kökünden türetilmiştir; ‘c-d-d’ ise, eskiyi tekrarlamak, yani, eskiyi geri getirmek anlamına gelmektedir. Nitekim, ata anlamına gelen ced de aynı kökten türetilmiştir. Şu halde, Arapçada, cedîd, yani yeni, eski örneğin tekrarı; müceddit, yani, yenileyici ise, eskiyi geri getiren, eski örneğe göre yeniden inşa eden anlamına gelmektedir. Arapçada ve İslam terminolojisinde, bizim bugün anladığımız anlamda, eskiyi aşan, geçmişte bulunmayan ve değişimi ve ilerlemeyi ifade eden yenilik için, bidat terimi kullanılır ve bu terime, eskiden uzaklaşma ve özden sapma anlamı yüklenilir. Bu durumda, mücedditlik iddiası, gerek sosyolojik gerekse düşünsel açıdan, özden uzaklaşıldığı ya da sapıldığı savından yola çıkarak, bu uzaklaşmayı ya da sapmayı ortadan kaldırmak için öze döndürücü bir yeniden yapılanmaya yönelmek anlamına gelmektedir. 

Kısaca söylesek, geçmiştekiler tarihin yozlaştırıcılığını ileri sürerken (onlara göre doğa bile yıkıma doğru gitmektedir), Aydınlanmacılar, hem doğanın hem de tarihin ilerlediğini ileri sürerler. Postmodernistlerin deyişiyle, Aydınlanmacılar mutlak, değişmez, tanrısal krallıktan, ilerleyen, gelişen tarihsel krallığa geçiş çağını anımsatırlar. Deyiş yerindeyse, Aydınlanmacılar eliyle, ortaçağların iyiyi güzeli simgeleyen tanrısal telos’u, tanrıdan alınıp tarihe ve insanlığa yüklenmiştir. Bu yüzden Postmodernistler, tanrısal telos gibi, tarihsel telos’un da bir mit olduğunu söylerler. Aydınlanma eleştirmeni J. J. Rousseau gibi, bilimlerin ve sanatların gelişiminin insanlığı ilerletmediğini yinelerler. Onlara göre, modern gelişmeler, insanlığa mutluluk getirmediği gibi, geçmişte olmayan köklü çevresel sorunlara, iklim sorununa vb. yol açmış, silahların gelişimi daha çok cana mal olmuş, kapitalist gelişmeler dünya savaşlarına yol açmış, Holocaust yani Yahudi soykırımı yaşanmış, ırkçılık ve ayrımcılıklar tavan yapmış, insanın insan üzerindeki hegemonyasını artırmıştır vb. Bu koşullarda tarihin ve insan soyunun ilerlediği nasıl söylenebilir? 

Postmodernistlerin ilerleme idesine yönelik sorgulamaları, tarihsel süremde insanlığın gittikçe yozlaştığını savunan Aydınlanma karşıtı din mensuplarının da dikkatini çekmiştir. Onlar da Aydınlanmanın ilerleme idesini, sekülerizmin ve modernitenin yarattığı huzursuzluklar temelinde eleştirmeye, dinden uzaklaşmanın yol açtığı inançsal ve ahlaksal sorunları gündeme getirmeye çalışmışlardır. 

Kim haklıdır? İlerlemeci Aydınlamacılar mı, aydınlanma karşıtları mı? 

Hemen söylemek gerekirse ilerleme düşüncesi çekici bir düşüncedir; çünkü insanın iyi bir gelecek özlemine/umuduna, özlemsel düşünüşüne yanıt vermektedir. Asıl sorun, ilerlemenin özleme ve özlemsel düşünüşe yanıt vermesi değil, gerekçeli bir düşünce olup olmadığıdır. 

Tarihsel ilerlemeyi, tarihi tözleştirerek, şeyleştirerek tarihin bir telos’a doğru gittiği şeklinde algılarsak, bu düşüncenin sakat bir düşünce olduğu apaçıktır. Tarih tözsel bir şey değildir; tarih özne değildir, bu yüzden onun ereği de olmaz. Marks’ın da dediği gibi, tarihi insanlar yaparlar, ancak bunu diledikleri gibi yapmazlar, eski toplumdan kendilerine miras kalan koşullar altında yaparlar. Dolayısıyla, tarihin değil, insanın ve toplumların ilerlemesinden ve amacından söz etmek daha doğrudur. 

İnsanlığın bilimsel ve teknolojik anlamda, tarihsel süremde ilerlemediğini söylemek tarihsel verilere gözleri yummaktır. Her ne kadar, Erich von Däniken’in fantezilerini savunanlar, sözgelimi Nuh’un cep telefonu kullandığını, Mısırlıların uzay araçları yaptığını, Google’ı Abdülhamit Han’ın bulduğunu vb. iddia edenler bulunsa da, bunların bilimsel tarihçilikle hiçbir bağının olmadığı açıktır. Bunlar uçuk, nesnel temeli olmayan hayali şeylerdir. Mühendislik, tıp, doğa bilimleri, sosyal bilimler, teknoloji vb. alanında insanlığın yer yer kesintiler yaşasa da büyük ölçüde ilerlediği ortadadır. Bunun gelecekte de sürmesini beklemek olağandır. Bu ilerlemeleri görmezden gelenler gerçekçi de değillerdir; sözleriyle eylemleri birbirini tutmamaktadır. Nitekim ilerleme idesine eleştirel yaklaşanların modern teknolojik olanaklardan vazgeçmediği, hastalandığında modern doktor yerine büyücü hekimleri, üfürükçüleri ve muskacıları tercih etmediği, bilişim çağının olanaklarını geri tepmediği açıktır. Paul Feyerabend gibi postmodern eğilimli kimi düşünürler, bir toplumda, demokrasinin zorunlu bir sonucu olarak, bilim, büyü, akupunktur, sihir ve benzerinin eşit düzeyde yaşama hakkının olduğunu, hatta okullarda, hepsinin eşit düzeyde öğretilmesi gerektiğini savunsa da, bu önerinin kabul görmediği ortadadır. Dolayısıyla, ilerleme idesine eleştirel yaklaşsa da, hiç kimse ilk ve ortaçağın geri olanaklarına dönmeyi arzu etmemektedir. 

Bilimsel ve teknolojik ilerlemeler, insan soyunu ahlaki ve siyasi bakımdan geliştirmiş midir? 

Bilimsel ve teknolojik gelişmelerin, etik ve siyasal değerler alanında aynı hızda yürüdüğünü ya da o türden gelişmelerin değerler alanında zorunlu gelişim yarattığını sanmak, sanırım saf dillik olur. Bilim ve teknik normatif değildir; doğrudan yeni değerler önermezler. Buna rağmen yönetsel mekanizmalar, toplumsal kurumlar, ekonomik modeller, hak ve özgülükler vb. açısından da insanlığın geçmişten günümüze büyük adımlar attığı aşikârdır. Astığı astık, kestiği kestik, eylemleri sorgulanamaz, hiçbir yasa ve ilke tarafından sınırlanamayan mutlak krallıklar ile anayasal demokrasilerin aynı seviyede olduğunu ileri sürmek aklı ve yargılama yeteneğini bir yana bırakmak olsa gerektir. Yine ilk ve ortaçağın seçkinci-sıradancı, eşitsizlikçi-köleci sistemlerini düşününce, insanlığın bu alanlarda önemli adımlar atmadığını ileri sürmek olanaksızdır. Kendi başına köleliğin saf dışı edilmesi bile büyük-devrimsel bir atılımdır. Köleliğin doğal olduğunu savunan, eşitsizliği doğalcılıkla meşrulaştıran, yine kadının akılsal bakımdan eksik yaratılışta olduğunu iddia eden eski filozofların-düşünürlerin metinleriyle Aydınlanmacı filozofların görüşleri ve modern insan hakları bildirgeleri karşılaştırılırsa, nereden nereye ulaşıldığı daha iyi kıvranılacaktır. Bazılarının savunduğu ‘köleliğin kaldırıldığı ama modern kapitalist sistemde yeni bir kölelik biçiminin inşa edildiği’ fikri cazip bir fikirdir; ancak kölenin hak ve özgürlükleriyle işçinin hak ve özgürlükleri karşılaştırıldığında, sapla samanın birbirine karıştırıldığı hemen anlaşılacaktır. 

Bu türden gelişmeler yeterli midir? 

Kimsenin buna evet diyemeyeceği ortadadır. İnsan huzursuz, var olanla yetinmeyen ve daha fazlasını talep eden bir varlıktır. Biyolojik bakımdan doğal evrimin en üst basamağında yer alan insanın kültürel evrimi hala sürmektedir. Eşitsizlikler, adaletsizlikler, sömürüler, çevre ve iklim sorunları, kadına dair problemler vb. alanında geçmişe oranla ilerlemeler bulunsa da, bu konularda daha alınacak çok yolun olduğu açıktır. Hatta bazı modern gelişmelerin bu türden sorunları (özellikle iklim, çevre ve adaletsizlik sorunu) tetiklediği bile söylenebilir. Bu bakımdan filozoflara-düşünce insanlarına büyük bir sorumluluk düşmektedir. Onlar, ilerlemeyi bir mit olarak göstermek, geçmişi yüceltmek yerine, insanlığın nereden nereye evrildiğini ortaya koymak, varolan eşitsizlik ve adaletsizlikleri yapı-söküme uğratmak ve insanlığa yeni ufuk değerler önermek ve ideale işaret etmekle yükümlüdürler. 

İlerleme idealini ve ufuk değerlerini yitirmiş bir insanlık, ne varolanı yapı-söküme uğratabilir ne de yeni umutlar/idealler yaratabilir. Sahte bir tarihsel kurguyla, insanın tarihsel-kültürel başarılarını ve kültürel evrimini örtüp, geçmişe ütopyalar düzenler, geçmişi geleceğin önüne koyanlar, hiçbir insani sorunu çözemezler. Sadece büyük düşünsel krizlere ve kültürel kaoslara neden olurlar.