Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789

Yunus'tan Nazım'a Türk dilinin emekçileri...

Haber Merkezi

Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Göçmen, Yunus Emre'den Nazım Hikmet'e uzanan Türk dilinin büyük ozanlar geleneğini kaleme aldı.

Göçmen'in yazısı şöyle:

Bugün Nazım Hikmet’in ölüm yıl dönümü. 1963’te yani 59 yıl önce hayata gözlerini kapadı. Geride insanlığın yolunu aydınlatacak, hayatı dolu dolu, her şeye rağmen neşe ve sevinçle yaşamanın yolunu gösterecek devasa bir eser bırakarak. Bu yıl ocak ayında 120 yaşına vardı Nazım. 

Neydi kendisinde tüm insanlığın mirasını Anadolulu bir insanda, Nazım Hikmet’te vücuda getiren bu yaşamın anlamı?

Romen gazeteci ve yazarlarından Carol Roman’ın kendisiyle yaptığı bir söyleşide, “Ben yirminci asırlıyım/ve bununla övünüyorum” dizelerine dikkat çekiyor. Dünyaya insan kendi çağında tam zamanında gelmiştir. Ne geç gelmiştir ne de erken doğmuştur. Tam zamanında kendi çağının insanı olarak gelir dünyaya her insan.

Hegel, bir diyalektikçi olarak felsefenin kendi çağını düşüncede kavramak olduğunu belirtir. Nazım, diyalektik yöntemle düşünür. Diyalektik yöntem Hegel’in işaret ettiği ve Nazım’ın yukarıdaki dizelerinden de görüldüğü gibi şimdiki zaman odaklıdır. Her insan kendi yaşamında her şeyden önce kendi çağında insanlığın tüm mirasını vücuda getirir. 

İnsanlığın tüm tarihi de kendisinde vücut bulur. Böyle bir insandı Nazım Hikmet. Ama sadece insanlığın genel bir bireyi değildir büyük ozan. Elbette o Asyalıydı, Afrikalıydı, dünyalıydı. Ama o, Anadolulu bir insandı aynı zamanda. Bu onu belli bir coğrafyanın belli bir kültürünün bireyi yapıyor. Nazım Hikmet, bu coğrafyanın düşün ve kültür mirasını yeniden yaratırken, insanlığın tüm mirası da Nazım Hikmet'te yeniden yaratıldı. Homeros da onda vücuda geldi Shakespeare de Goethe de onda vücuda geldi; Puşkin de, ama Marx da. 

Fakat hepsi Nazım’ın içine doğup büyüdüğü Türkçe düşün dünyasının içinde yeniden yaratıldı. Nazım’ın Türkçe düşün dünyasında yeniden yeşerttiği insanlığın mirası, Yunus Emre’nin yarattığı büyük halkçı gelenek içinde yeniden vücuda gelmiştir. Bu bakımdan halk kavramının ve halkçılığın Türkçe düşün dünyasında çok özel bir yeri vardır.

Yunus Emre bir şiirinde “Halka Taptuk ma’nîsin saçtık elhamdü lillah” diyor. Ve Sabahattin Eyuboğlu’nun işaret ettiği gibi halkçılık, halka yönelmek, halkın yanında ve içinde olmak, onunla hemhal olmak, onun dilinde ve onun dilinden konuşmak Yunus Emre’yi, Farsça yazdığı için sarayların gözdesi olan Mevlana’dan ayıran bir özelliktir. Bu nedenle Eyuboğlu, halkın Mevlânâ’ya Yunus için “Mânevi konakların hangisine vardıysam bir Türkmen kocasının izini önümde buldum, onu geçemedim” diye söylettiğini belirtiyor. Halk Yunus’a bir buluşmalarında Mevlânâ’ya Mesnevi’yi çok uzun yazdığını söyletir ve senin yerinde olsam hepsini bir söze sığdırırdım dedirtir. Bu ise Yunus’a ait olmayan ama halkın ona söylettiği ünlü “Ete kemiğe büründüm, Yunus oluban göründüm” sözleridir. Halk Mevlânâ’yı da Yunus gibi kendi yanında görmek istemektedir.

Nazım Hikmet’in oğlu Memet Fuat, Yunus’un “yalnızca tasavvufla ilgili konularda” yazdığına dikkat çeker. Fakat Yunus “soyut bir dünya kurarak değil de, yaşadığı somut dünyanın çağrışımlarıyla yazdığı için, şiirleri aydınlık, sıcak, daha önemlisi, çağımızın insanına, öbür dünya özlemiyle yanmayan, Tanrı’ya kavuşmak gibi bir sorunu bulunmayan çağdaş insanlara da cana yakın gelen, şaşırtıcı bir gözlem gücüyle yüklü şiirlerdir. Dinsel konularda yazıp böylesine yaşamın içinde kalabilen, aydınlık olabilen başka şair yoktur sanırız.”

Yunus’un içinden geldiği tasavvuf geleneğine göre, Memet Fuat’ın işaret ettiği gibi, “Her şey kendi karşıtıyla belirlenir.” Bu, tasavvuf geleneğinin diyalektik düşünme tarzını ne kadar içselleştirdiğini göstermektedir. Nazım Hikmet, bu diyalektik düşünme geleneğinden beslenir her şeyden önce. Bundan dolayı ona bir Berkeley çok yabancı gelirken, Goethe, Hegel ve Marx hiç yabancı gelmemektedir. 

Tasavvuf geleneğinde evren tek bir varlık olarak kavranmaktadır. Buna göre insan tüm varlıkla bütünleşerek manevi olarak yani ahlaki ve estetik değerler bakımından iyi ve güzelle yücelebilecektir. Gönlü yani her bir insanı teker teker dosta gitmeye çağıran Yunus, bununla bütün bir halkı savaşlara karşı barışa, iyiye ve güzelle çağırmaktadır, çünkü savaş kötüdür, savaş çirkindir. Bu nedenle iyiye ve güzele yönelim insana dünyada daha anlamlı bir yaşam sürme olanağı sunacaktır. 

Bu gözlemlerinden hareketle Memet Fuat, tasavvuf felsefesinde insanın “çok önemli bir yer” tuttuğuna işaret eder. Tanrısal olan yani hiçlik değil varlık, kötü değil iyi olan, çirkin değil güzel olan “insanda belirmiş, onda yoğunlaşmıştır. İnsan evrenin gözbebeği, en değerli varlığıdır.” 

Yunus’un şiirlerinde yansıdığı gibi tasavvuf felsefesine göre, yani Anadolu’nun orijinal Türkçe düşünme geleneğine göre, insanlar arasında hiyerarşik ayrım yapılmaz, “bütün insanlar aynı değeri taşır” ve bu nedenle din, mezhep, ırk, renk, yoksul ve zengin ayrımı bulunmaz. Bu geleneğe göre, “İnsan-i Kâmil” olmak ahlaken mükemmel olmak demektir ve bu nedenle doğru anlaşılırsa "tasavvuf ahlaki bir eğitim programıdır" denebilir.

Memet Fuat, bu ahlaki eğitim programının içeriğini şöyle özetliyor: “Yalan söylemek, haram yemek, zina etmek, eliyle koymadığını almak, gözüyle görmediğini anlatmak, adam çekiştirmek yok, sözde durulacak, iyilik edilecek, vefalı olunacak, başkalarının ayıpları görülmeyecek, her sınıftan insan, yoksul zengin, mevkili mevkisiz, eşit tutulacak, dünyaya, dünya malına gönül vermeyecek…”

İşte, yedi yüz yıl sonra 20. yüzyılda, Yunus’un yarattığı bu halkçı hümanist gelenek ete kemiğe bürünüp tamamıyla değişen koşullarda ve kavramlar dünyasında Nazım Hikmet diye görünmüştür. Nazım Hikmet için bu halkçı ve insancıl geleneğin ne kadar büyük bir anlam ifade ettiğini, sahiplendiği mirası sahiplenirken ve gelecek kuşaklara bir nasihat veya tavsiye olarak aktarırken başvurmasında görüyoruz.

Kemal Tahir, Nazım Hikmet ile yaptığı bir söyleşisinde ondan Namık Kemal hakkındaki düşüncelerini öğrenmek ister. Nazım Hikmet, Peyami Safa’ya karşı yazdığı bir şiirinde Namık Kemal’i “takma aslan yeleli” olarak tanımlar. Büyük Ozan, ilgili söyleşide özgürlük kavramını merkeze alarak hem Namık Kemal’in halkçılığını sorgular hem de bu bağlamda halk ve halkçılık kavramlarına yeni bir içerik kazandırır.

Nazım Hikmet’e göre, Namık Kemal tarihsel ve toplumsal sınıfsal şartlardan bağımsız olarak sınıflar üstü mutlak bir özgürlük savunucusu (“‘mutlak, lâ sınıfi’ bir hürriyetperver”) olarak sunulmaktadır. Fakat Nazım Hikmet’e göre bu mümkün olmayan bir kavramdır. Namık Kemal’in Danışma Yöntemi Hakkında Mektuplar anlamına gelen Usul-i Meşveret Hakkında Mektuplar’ının bir analizini yaparak bir seçkinler hükümetinin savunuculuğunu yaptığını ileri sürer. Böylece onun yaratmak istediği cumhurun seçkinler tabakasından ibaret bir “halk” olduğu ileri sürülebilmektedir. Bundan hareketle Nazım Hikmet, Namık Kemal’i burjuva bayraktarlığı için eleştirir. Bunu yaparken amacında yerel bir sanayi yaratmak bulunmamaktadır. Eş deyişle Namık Kemal nasıl ki cumhuru yaratmak konusunda yarı yolda kalıyorsa, bir yerel sanayi yaratma konusunda da yarı yolda kalmaktadır. Buna göre Namık Kemal, “o günkü tarihi şartlar ve inkişaf merhalesi (gelişim aşaması) içinde, ancak Avrupa sermayesi için ham madde işlemeyi ideal edinebilmişti.” 

Namık Kemal’in halkçılığı bu çerçevede kalmaktadır. Namık Kemal’in sergilediği bu halkçılığı Nazım Hikmet “Üçüncü Napolyon’un” sahip olduğu ideal çerçevesinde görür ki ironik bir şekilde bu Napolyon Fransa tarihinde cumhuriyeti yıkmakla anılır. Böylelikle Nazım Hikmet Tasavvuf geleneğinden gelen ve Yunus Emre’den devraldığı “halk” kavramına yeni bir içerik kazandırır.

Şimdi yukarıda dikkat çektiğim Carol Roman’ın Nazım Hikmet ile yaptığı bir söyleşiye dönelim. Onun Tasavvuf geleneğini başka bir açıdan da nasıl değiştirip dönüştürerek sürdürdüğüne, Hegelci tabirle Tasavvuf geleneğini nasıl kapsayıp aştığına, kendisini dünyayla yeniden nasıl ilişkilendirdiğine ve bu bağlamda kadim Anadolu hümanizmasını nasıl sürdürdüğüne yakından bakalım. 

Nazım Hikmet, o zaman doğduğundan beri hiç görmediği oğlu Memet Fuat’a şu dizelerle bir yaşam perspektifi kazandırmaya çalışır: “Dünyada kiracı gibi değil,/ yazlığına gelmiş gibi değil,/ yaşa dünyada babanın eviymiş gibi…” Bu dizelerinde Nazım Hikmet, Stoacı felsefede olduğu gibi tasavvuf felsefesinde de insanı dünyaya yabancılaştıran “dünyaya, dünya malına gönül vermeyecek” ilkesinin bir eleştirisini görmemek mümkün değildir. Tasavvuf geleneğinden farklı olarak ozan, dünyayı sahiplenmeye çağırıyor. Bu sahiplenmenin zorunlu olarak özel mülkiyetçi bir çerçevede olması gerekmiyor. Bunu tüm dünyaya karşı tüm insanlık için sahiplenme ve bir sorumluluk duygusu geliştirme olarak da almak mümkündür ki Nazım Hikmet’in sürdürdüğü düşünce geleneği bakımından başka türlü düşünmüş olması mümkün değildir.

Fakat Nazım Hikmet daha ileri gider ve tasavvuf geleneğinin merkezinde olan hümanizm anlayışını da değiştirip dönüştürür ve böylece onu ontolojik bir bağlama da oturtur. İnsancılık bu durumda artık yalnızca bir temenni değildir, mümkün olan bir gerçeklik olmuştur. Nazım Hikmet, o zamana kadar bir defa bile göremediği Memet Fuat için nasihatinde şöyle devam ediyor: “Tohuma, toprağa, denize inan,/insana hepsinden önce./Bulutu, makinayı, kitabı sev,/insanı hepsinden önce.” Toprağa, denize, tohuma, gökyüzüne, üretime ve alın teriyle ve bilerek yaşamaya yedirilmiş bir insan sevgisidir bu artık söz konusu olan.” 

Nazım açısından Yunus’tan beri birikerek gelen halkçılık ve hümanizm bir ‘sosyalizm çağı’ olan 20. yüzyılda bu şekle bürünmüştür. Sürdürülmesi gereken miras budur… 

Kaynakça

-Memet Fuat, Yunus Emre, De Yayınevi, İstanbul 1976

-Nazım Hikmet, Yazılar, c. 6, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2017

-Sabahattin Eyuboğlu, Yunus Emre, Cem Yayınevi, İstanbul 1981