Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789

Kırık Hayatlar

Servet-i Fünûn, Dimitris Nikolaidis’in yayımladığı Servet’in ilâve yayını olarak 27 Mart 1891 tarihinde Ahmet İhsan Tokgöz tarafından basıldı. Önceleri, dergide ağırlıkla fen konularına yer veriliyordu, sonrasında haftalık olarak yayımlanmaya başladı ve ona asıl işlevini kazandıracak edebi konulara yer vermeye başladı.

İlhan Deliktaş

Servet-i Fünûn, Dimitris Nikolaidis’in yayımladığı Servet’in ilâve yayını olarak 27 Mart 1891 tarihinde Ahmet İhsan Tokgöz tarafından basıldı. Önceleri, dergide ağırlıkla fen konularına yer veriliyordu, sonrasında haftalık olarak yayımlanmaya başladı ve ona asıl işlevini kazandıracak edebi konulara yer vermeye başladı. 1895’e kadar hem magazin, gündem, fen hem de edebiyat içeriklerinden oluşuyordu. Ancak 1895’te, Recâizâde Mahmud Ekrem ve Mehmed Tâhir arasındaki kafiye tartışmasında Recâizâde, tenkitlerini dergide yayımlamaya başladı ve tarih sonrasında derginin adıyla anılır bir edebiyat hareketi doğdu. Bu edebi anlayış ve edebiyat hareketine dahil olmak isteyen genç yazarlar dergi etrafında toplandı. Tevfik Fikret’in dergide Yazı İşleri Müdürlüğü görevine gelmesiyle de dergi tamamen edebiyat ve kültür içerikleriyle donandı. 265. sayısından itibaren (1896) tam manasıyla edebi bir dergi niteliğine kavuşan Servet-i Fünûn, onu günümüze taşıyan kimliğini de böylece kazanmış oldu.

Kırmızı Kalemin Yargısına Yenilenler

Servet-i Fünûn;

Yazarlarıyla, şairleriyle, fikir adamlarıyla; karanlık ve hatta bu karanlığa mum olmanın da yasak olduğu bir dönemin içinde hayatta kalmaya çalışan ateş böceklerinin sanatı. İstibdat Dönemi'nin karanlık, yasaklarla ve baskıyla dolu, yalnızca edebiyata değil adeta tüm halka düşmanca olan atmosferi içinde, var oluş savaşı veren bir avuç savaşçının gayreti.

Halid Ziya Uşaklıgil de bu topluluğun içinde, oldukça büyük ve önemli bir yerde.

Kırık Hayatlar ise onun edebiyatında bu yeri işgal ediyor. Kendisinin “şiir araçları ve hülyadan başka bir yöntem”le yazdığını belirttiği, önemli bir edebiyat araştırmacısı olan İnci Enginün’e göre de “onu Türk romanının en önemli şahsiyeti” hâline getiren eseri…

Eser 1901 yılında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilmeye başlanmış, ancak sansür baskıları onu 23 sene sonra okura kavuşturmuştur. Yazarın diğer eserlerinden farklı bir yere koyduğu ve bu yeri nedeniyle de böyle bir saldırıya maruz kaldığını düşündüğü “Kırık Hayatlar” için 19 Aralık 1901 tarihli Serveti Fünûn dergisinde şu satırlarıyla yazıyor;

"Ben, kırmızı kalemin yargısına yenilenler içinde, sanırım, sonuncu kaldım. Bütün arkadaşlarım birer birer çekildiler, ortada yalnız ben vardım. Açıkça söyleyeyim ki, onun haksızlığına en az ben uğradım. Küçük öykülerimde, Mai ve Siyah’ta, Aşkı Memnu’da böyle kurban edilmiş şeyler çok azdı. Bunun önemli bir nedeni var: Bunlar, her şeyden önce, bütün bütün şiire ve düşe dayalı gibiydi. Yaşamın acılıklarına dokundukça bunları hep süslerdim, ama sonunda süslenemeyecek acılıkları, Kırık Hayatlar’ı yazmak istedim. Ve o zaman kırmızı kalemle savaşmak gerekti."

Burada, Kırık Hayatlar’ın basımevinden gelen düzeltmelerin, eserin tamamlanmasını imkansız kıldığını belirtiyor. Bu “düzeltme” işlemini de “Neler çıkarılmış, neler çizilmiş, nasıl tertemiz düşüncelerin gırtlakları sıkılarak boğulmuş!” cümlesiyle tanımlıyor.

Kırık Hayatlar

Hikâye, esasında pek çok Halid Ziya eserinde olduğu gibi, aldanma ve hayal kırıklıkları çevresinde ilerliyor. En temelde, sıradan bir memur olmak yerine ailesine karşı gelip doktor olan Ömer Behiç ve karısı Vedide, basit, küçük bir yaşantı ve huzur peşindeyken bir biçimde savruluyor. Ömer Behiç Bey hayalindeki evi yaptırır, bir kısmını da muayenehane olarak kullanır. “Bu benimdir, yalnız benim” diyebileceği bir toprak parçasına verdiği emeği ve fedakarlığı o toprak parçasını korumaya ayırırken, hayat “olması gerektiği gibi” gitmez…

Eserin dil ve anlatımı, Batılı anlayışın yanlış yorumlanmasına karşı bir tutum izlendiğini gösteriyor, bunun yanında ise pek çok hayal kırıklığı, yaşamın ve insanın değişken, hassas varlığı üzerine oldukça etkileyici bir yapıt.

Hayalindeki eve, aşık olduğu kadınla ve çocuklarıyla yaşadığı hayata karşı Ömer Behiç Bey ne yazık ki sadık kalamaz. Eve bir akrabasını alıp aile bütünlüğünü zedeler, sonra başka bir kadına aşık olur ve onunla çirkin, tutkulu bir aşk yaşamaya koyulur. Kızını kaybeder, o esnada evinden, karısı Vedide’den alabildiğince uzaklaşır. Ancak en nihayetinde, kızını kaybedince kendini dualara, ibadetlere bırakan karısına geri döner, döndüğünde onun dalgalı saçlarının tutam tutam beyazlamış olduğunu fark eder.

Bir mutluluk tablosunu andıran, neşeli ve mütevazı bir hayatın kırılganlığına şahit olunca, sahip olma mefhumuna dair düşüncelere dalıyorsunuz.