Darp edilen tarih profesöründen açıklama
Darp edilen tarih profesöründen açıklama
Sakıp Sabancı özel törenle anıldı
Sakıp Sabancı özel törenle anıldı
Diyanet Audı'yi kabul etti
Diyanet Audı'yi kabul etti
Satın alacağı yeni takımı açıkladı
Satın alacağı yeni takımı açıkladı
123456789
Darp edilen tarih profesöründen açıklama
Darp edilen tarih profesöründen açıklama
Sakıp Sabancı özel törenle anıldı
Sakıp Sabancı özel törenle anıldı
Diyanet Audı'yi kabul etti
Diyanet Audı'yi kabul etti
Satın alacağı yeni takımı açıkladı
Satın alacağı yeni takımı açıkladı
123456789

Dilimizdeki Tanrı

Hasan AYDIN

Atasözleri, deyimler, fıkralar ve güfteler âdeta bir toplumun bilinçaltının dışavurumları gibidir. Bu dışavurumlar, o toplumun insana, topluma, evrene, dine, bilime, felsefeye, sanata vb. nasıl yaklaştığını, onlardan ne anladığını ve onlara ne türden işlevler yüklediğini görmek için önemli ipuçları barındırır. Tarihin imbiğinden süzülerek gelen bu anlayışlarda bir dinamizm de vardır; toplumsal gelişime koşut olarak zaman içerisinde değişime uğrarlar ve kimileri elimine olurlar. Fakat toplumsal bilinçaltından hiçbir zaman tümüyle kaybolmazlar. Örneğin, çoğumuz "Kadının karnından sıpayı sırtında sopayı eksik etme", "Eksik etek", "Saçı uzun aklı kısa" gibi deyişleri kullanmayız; ama bunlar dilde ve toplumsal bilinçaltında durmaktadır. Bu tür anlayışlar kritik anlarda yer yer açığa çıkarlar ve kişileri ve hatta kitleleri yönlendirebilirler. Bunlardan değişime en dirençli olanları, kuşkusuz dine ve kutsala, özellikle de Tanrı’ya ilişkin olanlar olsa gerekir. Dilimizdeki Tanrı ile ilgili, atasözleri ve deyişler, bir kavram olarak Tanrı’ya nasıl baktığımızın, onu nasıl tasarladığımızın ipuçlarını verir. Ben bu yazımda Tanrı’ya ilişkin deyişlerimizin kimilerini size anımsatmak ve bir eleştirisini yapmak istiyorum. İşte size dilimize ve kültürümüze içkin olan Tanrı ile ilgili deyişlerimizden kimi örnekler:

“Allah, Allah!; İnşallah; Maşallah; Allah acısını unutturmasın; Allah akıl fikir versin; Allah aratmasın; Allah aşkına; Allah bağışlasın; Allah bana, ben sana; Allah belanı versin; Allah (bin, bin) bereket versin; Allah beterinden saklasın; Allah bir dediğinden gayrı sözüne inanılmaz; Allah bir yastıkta kocatsın; Allah büyüktür; Allah canını alsın; Allah cezasını vermesin; Allah dert verip derman aratmasın; Allah eksik etmesin; Allah seni inandırsın; Allah'ın gazabı; Allah’ın işine bak; Biz bilmeyiz, Allah bilir; doğrusunu Allah bilir; Allah, kulunu kısmetiyle yaratır; Allah verirse el getirir, sel getirir, yel getirir; Allah’ın sopası yok ki; Allah'ın ondurmadığını Peygamber sopayla kovar; Allah aptala eşeğini kaybettirir, sonra buldurup sevindirir; Allah şaşırttı mı, dayıya hala dedirtirmiş; Allah düşmanıma vermesin; Allah gecinden versin; Allah hakkı için; Allah müstahakkını versin; Allah seni inandırsın; Allah yazdıysa bozsun; Allah'a şükür; Allah'ın belası; Allah'ın gazabı; Allah'ın hikmeti; Allah'ından bulsun; Yaradan'a kurban olayım; Allah'tan umut kesilmez...”

Bu deyişler ve sözler Tanrı ile ilgili olarak neler söylüyor?

Sanırım ilk söylediği şey, Tanrı’nın hayatın her alanında olduğu, bizden birisi gibi tasarlandığıdır. Bu, kuşkusuz insanbiçimci (antropomorfist) bir tasarımdır. Ancak insanbiçimci bu varlık, fail-i mutlaktır. Sanki tasarıma konu oluşturan bir analoji vardır ve bu analoji mutlak bir kralı anımsatmakta, içinde bulunduğumuz dünya da onun krallığı olarak görülmektedir. Bu krallıkta Tanrı, hem korkunun hem de umudun kaynağıdır; o her şeye müdahildir; her şey onun avucunun içindedir, kudretinin altındadır. Kısacası her şey onun mülküdür ve mülkünde dilediğini yapar. Bir kral gibi kızar, intikam alır, cezalandırır, hidayete erdirir, saptırır, bilgi verir vb... Dilediğini yapar, ama yaptıklarından sorumlu tutulamaz; çünkü onu yargılayan bir üst otorite, onu sınırlayan bir kural ya da ölçüt yoktur. Sınırlanırsa, mutlak olamaz. Dilimizdeki bir diğer deyişle, "iyisiyle kötüsüyle her şey ondandır"; "o dilemezse, yaprak bile kımıldamaz". Sanki evrendeki/krallıktaki tüm fiillerin, eylemlerin tek bir öznesi vardır; o da Tanrı’dır. Tanrı özgür iradesi ve kudretiyle her an iştedir. O, tek etkin varlıktır; onun kudreti karşısında doğanın veya insanın kendiliğinden bir eylemi yoktur. Yahut o izin verdiği kadar eylerler. Bu aslında bildik bir Tanrı tasarımdır; felsefi dilde bu tasarıma teizim adı verilir.

Dilimizdeki bu Tanrı tasarımı nereden kaynaklanıyor? Bunun yanıtı açıktır; İslam kültüründen kaynaklanmaktadır. Bu teistik tasarım, Kur'an’dan yola çıkılarak Eş’arî ve belli kayıtlarla Maturidî kelamcılar (teologlar) tarafından sistemleştirilmiş, savunulmuş ve itikadi bir doktrin haline getirilmiştir. Bu tasarım, İslam dünyasında yine Kur'an’dan ilham alan ama felsefi eğilimi olan Mutezilî kelamcılar tarafından eleştiri konusu yapılmıştır. Onlara göre, Tanrı iyidir; en iyi olanı (aslah) yapması gerekir (vacip); ayrıca Tanrı insanları eylemlerinde özgür bırakmalıdır; aksi takdirde onları yükümlü kılamaz; her şeyi kendisi takdir edip, sonra insanları yargılamaya yönelirse, ona adil bir varlık denilemez. Öte yandan doğanın da kendinde bir sürekliliği olmalıdır; süreksiz bir doğada, her an her şeye Tanrı müdahil olduğu için, insanı yükümlü kılmak mümkün olmaz. Çünkü insani eylemler, doğada hiçbir etki ya da sonuç yaratamaz. Bilindiği gibi, Mutezilî Tanrı tasarımı, Sünni geleneğin eleştirilerine maruz kalmış ve İslam kültüründe Abbasiler döneminde kısa bir süre hariç tutunamamıştır. Onun tutunamamasında, baskıcı bir yöntemin uygulanması (mihne olayını anımsamak gerekir) kadar, felsefi içeriği yüzünden halkın kavrayışından bir parça uzak oluşunun da etkisi olduğu söylenebilir. Buna, Mutezileden ayrılıp Eş’ari ekolünün kurucusu olan Ebû’l-Hasan El-Eş’arî’nin ve takipçilerinin Kur'an’a referansla onları katı bir biçimde eleştirmelerini de eklemek gerekir. Eletirler ilginçtir ve Mutezilenin nasıl ötekileştirildiğini göstermektedir. Bunu yakından görmek için bir örnek olarak Ebû’l-Hasan El-Eş’arî’nin el-İbâne an Usûl ed-Diyâne adlı eserindeki eleştirilerinden bir pasajı aktarmak yeterlidir:

“Mutezileden, genel görüşten ayrılanların çoğu, arzularına uyarak, önderlerini ve kendilerinden öncekileri taklide yöneldiler. Kur'an’ı, Tanrı’nın yetki vermediği, bir kanıtla açıklamadığı, Tanrı elçisi ve geçmiş büyüklerinden aktarılmayan bir biçimde, kendi görüşlerine göre yorumladılar. (...) Biri iyiliği diğeri de kötülüğü yaratan, iki yaratıcı benimseyen Mecusilerin görüşlerine uyarak, kulun kötülüğün yaratıcısı olduğunu kanıtlamaya giriştiler. Mutezile, Tanrı’nın iyiliği, şeytanın da kötülüğü yarattığını ileri sürdü. Müslümanların görüş birliğine vardığı, 'Tanrı’nın dilediği olur' anlayışını yadsıdılar ve ‘Tanrı dilemedikçe siz dileyemezsiniz’ (İnsan Sûresi; 30) ayetini reddederek, Tanrı’nın dilediğinin olmayacağını ve dilemediğinin de olabileceğini iddia ettiler. Oysa Tanrı, kendisi dilemedikçe bir şey dileyemeyeceğimizi bildirmektedir. Nitekim şu ayetler bunu göstermektedir: ‘Tanrı dileseydi onlar birbirleriyle savaşmazlardı’ (Bakara Sûresi; 253); ‘Dileseydik herkese hidayet verirdik’ (Secde Sûresi;13); ‘Tanrı dilediğini yapandır’ (Burûc Süresi; 116); Tanrı, elçisi Şuayib’in şöyle dediğini bildirmektedir: ‘Rabbimiz Tanrı dilemedikçe, zaten sizin dininize dönmemiz söz konusu olamaz; Rabbimiz bilgisiyle her şeyi kuşatmıştır’ (Araf Sûresi; 89). Bu yüzden Mutezileyi Tanrı elçisi, bu ümmetin Mecusileri olarak adlandırmıştır. Çünkü onlar Mecusilerin dinini benimseyip, onların görüşlerine uydular. Mecusilerin iddia ettikleri gibi, iyi ve kötünün iki ayrı yaratıcısının olduğunu ileri sürdüler. Yine onlara göre, tıpkı Mecusilerin dediği gibi, Tanrı dilemese de kötülükler olmaktadır. Tanrı’nın dışında, kendilerine yarar ve zarar vermeye güçlerinin olduğunu iddia ettiler. Böylece, Tanrı’nın peygamberine olan, ‘De ki; Tanrı dilemedikçe ben kendime ne yarar ne de zarar verebilirim’ (Araf Sûresi; 188) sözünü inkar ederek, Kur’an’dan ve İslam toplumunun görüş birliğine vardığı şeyden yüz çevirdiler. Rablerinin (iradesi) dışında, eylemlerinin üzerinde kudretlerinin bulunduğunu iddia ettiler. Böylece kendilerini, Tanrı’dan daha güçlü kıldılar.”

İşte Gazzâlî’ye, "Doğada neden olarak düşünülen şey ile sonuç olarak düşünülen şey arasındaki ilişki bizce zorunlu bir ilişki değildir"; "Susuzluğu gidermekle su içmek, doymakla yemek yemek, yanma ile ateşin ilişmesi, aydınlıkla Güneş’in doğması, ölümle boynun kesilmesi, iyileşme ile ilacın içilmesi" gibi gözleme dayalı ilişkilerde ve bu ilişkilere dayanan tüm zanaatlarda, birinin diğerini gerektirmesi gibi bir durumun bulunmadığını söyleten bu bakış açısıdır. Bu yüzden Gazzâlî, "ateşle pamuk yan yana, bir araya (iktiran) geldiğinde pamuğun yanmasının nedenini Tanrı’ya" bağlar. Biz neden sözcüğüyle sadece tercih edeni (Tanrı’yı) kastediyoruz (ve nahnü lâ nüridü bi’s-sebebi illâ el-muraccih)) der.

Bu tasarıma, Mutezileye ek olarak İslam filozofları da eleştirel yaklaşmışlardır. Hatta İbn Rüşd, bu türden bir Tanrı tasarımını, "yüksek güce sahip, başvuracağı ya da uyacağı bir yasa ve gelenek de bulunmayan zalim bir hükümdar gibi, varlıkları zorbalıkla yöneten biri olarak gördüğünü" söyleyerek reddetmektedir. Bu tasarıma modern dönemde Mehmet Akif bile köklü eleştiriler yöneltmiştir. Mehmet Akif, bu tasarımla ilgili bakın ne diyor:

“Sarılmadan en ufak bir işinde esbâba,

Muvaffakiyete imkân bulur musun acaba?

Hamâkatin aşıyor hadd-i i’tidâli, yeter!

Ekilmeden biçilen tarla nerde var? Göster!

'Kader' senin dediğin yolda, şer’a bühtândır,

Tevekkülün, hele hüsrân içinde hüsrândır.

Demek ki her şeyin Allah… Yanaşman, ırgadın o;

Çoluk çocuk ona âit: Lalan, bacın, dadın o;

Vekîl-i harcın o; kâhyan, müdîr-i veznen o;

Alış seninse de, mes’ul olan verişten o; 

Denizde cenk olacakmış… Gemin o, kaptanın o;

Ya ordu lâzım imiş… Askerin kumandanın o;

Köyün yasakçısı; şehrin de baş muhassılı o; 

Tabîb-i aile, eczâcı… Hepsi hâsılı o.

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!

Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu?

Hudâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ."

Kimi Mutezili düşünüleri, İbn Rüşd’ü ve Mehmet Akif’i, teistik Tanrı tasarımını böylesi katı bir dille eleştirmeye yönelten ana neden nedir? Bunu görmek için bu tasarımın bazı sonuçlarını anımsatmak gerekir.

Birincisi, söz konusu tasarımda Tanrı hiçbir ilke ve kuralla sınırlanamayan iradesiyle her şeyi, her an dilediği ve yarattığı için bilimin temeline oturan evrendeki düzenlilik tehlikeye girmektedir. Tanrısal istence bağlı olarak her an değişebilecek bir evrende düzenli ilişkiler, diğer bir deyişle neden-sonuç ilişkileri aramak boşunadır. Bu, evrende ne yasaların ne de bunlar ekseninde evreni açıklamaya yönelen kuramların bulunacağı anlamına gelmektedir. Bir örnek vermek gerekirse, boşluğa bırakılan nesneler çekim yasası gereği düşer. Oysa söz konusu anlayışta, çekim anlık tanrısal irade ve yaratışın bir ürünüdür; bu açıdan böylesi bir doğa yasasından söz edilemez. Bir teist olan Gazzâlî’nin terminolojisiyle buna tanrısal âdet desek bile, Tanrı her an âdetini değiştirebilir. Bu anlayışa göre, yine İstanbul’un fethinin nedeni olarak Osmanlı'nın ekonomik, siyasal, askeri, teknolojik anlamda Bizans karşısında üstünlüğü ileri sürülemez; bunların hiçbir etkisi olmadan da Tanrı öyle istemiş olabilir. Bunlar gerçek nedenler değildir, sadece vesilelerdir; gerçek neden Tanrı’dır.

İkincisi, neden-sonuç ilişkisi zorunlu olmadığına ve tek neden Tanrı ve âdeti olduğuna göre, hiçbir şeyi araştırmaya gerek kalmamaktadır. Bunu göstermek için yaşantımdan edindiğim birkaç örnek üzerinde durmak isterim. Doktora öğrencisi olduğum yıllarda sık sık Ankara’dan Samsun’a gidip gelmek zorunda kalıyordum. Yolculuklar hem kitap okumak hem de yeni insanlarla tanışmak için önemli fırsatlar sunarlar. Bir keresinde, Ankara’dan Samsun’a gelirken, yanıma oturan yaşlı bir amca, bana dönerek, "Tanrı'nın hikmetine bak, yolun bu tarafında kar var, ama diğer tarafında yok, O ne büyük" dedi. Ben de esprili bir dille, "Amca bir vadiden geçiyoruz, kuzey cephede kar var ama güney cephede yok. Bunun nedeni, güneyin daha çok güneş ışığına maruz kalması ve karların erimesi olmasın" dedim. Amca, "Her şeyi Tanrı", onun deyişiyle söylersem "Allah takdir eder ve yapar" dedi ve sustu.

Cumhuriyetin okuryazarlık eğitimi bile götürmede maalesef sorunlarla karşılaştığı Anadolu'da yetişmiş sevgili annemle şakalaşırken ona sorduğum bir soruyu ve aldığım yanıtı da okuyucuyla paylaşmak isterim. "Anne, koskoca tahta suda neden batmıyor da küçücük bir taş batıyor?" diye sordum. Annemin verdiği yanıt oldukça ilginçti: "Haşa, Allah’ın işine karışma… O istediğini yapar, hikmetinden sual olunmaz" dedi. Annemin bakışına göre, yağmuru yağdıran, geceyi gündüzü oluşturan, hastalık ve sağlığı veren, bizi bilge ya da cahil kılan, depreme neden olan, madendeki patlamayı yaratan, kısacası her şeyi yapan Allah. Bu yüzden onun her soruya verdiği cevap aynı: Allah. Halk metafiziği olarak nitelediğim bu dünya görüşünde, bir şeyi araştırmaya gerek yok. Her şeyin yanıtı belli ve açık. Bilim düzenli bir evren ve nedensel ilişkiler varsayar. Bunlara yer vermeyen, her neden ve nasıl sorusuna, Tanrı ile yanıt veren teistik iradeci anlayışın bilimi engellememesi olanaksızdır. Kuramda kim ne derse desin, her şeyin doğrudan nedeninin Tanrı olarak görüldüğü ve Tanrı’nın her an her şeyi yarattığı, irade ve kudretinin sınırsız olduğu savunulan bir paradigmada bilime yer olamaz. Çünkü tüm soruların yanıtı bir ve aynıdır ve bu yanıt, Tanrı’dır. İşte bu yüzden olsa gerek Batı metafiziği, Tanrı'yı mümkün olduğunca uzağa taşımış, onu uzak neden olarak görmüştür. Hatta bilimsel düşüncenin tümüyle dışına itmiştir.

Üçüncüsü, Tanrı’yı her şeye doğrudan müdahil kılan anlayış, insanı "Hacivat-Karagöz oyunu"ndaki gölge figürlere çevirir. Nasıl gizli bir el, kuklayı oynatıyorsa, teizmde de insan Tanrı karşısında adeta kuklaya dönmektedir. İnsanı etkin kılmaya yönelik cüzi irade bile külli irade karşısında etkisizleştirilmektedir. Söz gelimi Ebû Hamid el-Gazzâlî, el-İktisad fî’l-İ’tikâd adlı eserinde şöyle diyor:

“Söz gelimi, insan elini hareket ettirmek istediği zaman, Tanrı’nın onun elinin hareketsiz kalmasını istediğini var sayalım. Bu durumda, hareket ve hareketsizliğin her ikisi birden ya var ya da yok olacaktır. Bu da doğal olarak hareket ve hareketsizliğin bir araya gelmesini veya bunların yokluğa terk edilmesine neden olur. Oysa bu, çelişiklikle birlikte, bunların terk edilmesi veya yokluğu her iki kudretin de geçersiz olmasını gerektirir. Zira kudret, irade gerçekleştiği ve mahalli kabul ettiği zaman, kendisiyle kudret nesnesinin ortaya çıkmasıdır. Diğer yandan, Tanrı’nın kudretinin daha güçlü olması nedeniyle onun kudret nesnesinin diğerine tercih edildiğinin sanılması da imkânsızdır. (…) Tanrı’nın insanın kudreti dışında olarak, hareketi onun elinde var etmesi akla uygundur. Buna göre, insanda ortaya çıkan her hareketin ve bu hareketin üzerinde yarattığı her kudretin, gerek kudret gerekse kudret nesnesinin tümünün tek yaratıcısı Tanrı’dır. (…) Şu halde, kudret nesnesi, insanın kendi kudretiyle meydana gelmemektedir. Eğer onun kudretiyle meydana geldiği düşünülse bile, ona ne yaratıcı ne de yoktan var edici denilemez. Bundan dolayı, bu türden bir nispete, Tanrı’nın kitabına uyularak kazanma (kesb) adı verilmiştir. Çünkü Kur’an’da insanların eylemlerine bu adın verildiği görülmektedir. (…) Söz gelimi, sizin bir aklınız olduğu gibi, nesnelere ilişen bir kudretiniz vardır; ancak kudret nesnesi onunla var olmamaktadır. Gerçekte tüm bunlar, Tanrı’nın kudretiyle gerçekleşmektedir. (…) Eğer, nesnesi gerçekleşmeyen bir kudret ile acizlik arasında bir fark yoktur; bunlar tamamen aynı anlama gelirler denirse, yanıt olarak deriz ki: (…) Eğer bu sözünüzle, kudret nesnesinin insansal kudretle ortaya çıkmadığı için, onun acizlik anlamına geldiğini kastediyorsanız, bu görüşünüz gerçekten doğrudur."

Gazzâlî, bu görüşlerinin sonucu olarak, bir tasımdaki sonucun ortaya çıkmasında, insanın kudretinin hiçbir etkisi olmadığını; kulun kudretinin tasımda ortaya çıkan bilgiyle bir ilişkisinin bulunmadığını söylemektedir. İnsanın kudreti yalnızca, öncüllerin hazırlanması ve onların sonucu gizil halde içerdiğinin incelenmesine özgüdür. Sonucun edimsel hale gelmesinde, insansal kudretin bir etkinliği yoktur. İşte her şeyi Tanrı’nın takdir ettiği, yazgıladığı, irade ve kudretiyle anlık olarak yarattığı bir evrende, insanın bilgi ve değer üretmesini, sebeplere sarılmasını, çalışkan ve girişimci olmasını beklemek boşunadır. Bu yüzden nerede teistik anlayış egemense, orada insanlar genelde atıldır ve orada herkes gözünü gökyüzüne döndürmüştür ve her şeyi Tanrı’dan beklemektedir. Tüm sorunların çözümü Tanrı’dadır.

Dördüncüsü, Tanrı tüm kötülüklerin nedeni ve ilkesi haline getirilmiş olmaktadır. Dilimizde yer alan "Allah belanı versin", "Allah’ın sopası yok ki", "Allah utandırmasın" gibi deyişler bu anlayışın ilginç izdüşümleridir. Adam birini öldürür, kader kurbanıdır; trafik kazası yapar, tanrısal takdirdir vb.. Depremde, selde, maden kazalarında insanlar ölür; olup biten her şey ilahi bir planın veya kaderin planının bir ürünü yahut, fıtrat ve takdir olarak görülür. Hatta kötü şeyler, Tanrı’nın bize gönderdiği bir tür ceza; iyi şeyler ise lütuf olarak görülür. Bu yüzden insani kusurları, ihmalleri araştırmak hoş karşılanmaz; kadere isyan olarak yorumlanır. İnsan iyi bir şey yaptığında da taltif edilmez; o yapmamıştır, Tanrı nasip etmiş, lütufta bulunmuştur. Bu yüzden olsa gerek Gazzâlî, evrendeki faaliyetleri doğaya ve insana bağlamayı şirk olarak niteler. Her şeyi hiçbir ilke ve kuralla sınırlanmayan tanrısal iradeye bağlayan, insanı edilgin sayan bir düşünsel dizgede, insanın özne olmasını, eylemlerini yükümlülüğünü üstlenmesini, bilgi ve değer üretmeye yönelmesini beklemek, dediğim gibi boşunadır.

Beşincisi, İslam dünyasındaki yöneticilerin, bu Tanrı tasarımındaki gibi davranmaya özenmeleridir. Bu yüzden, her şeyi kendilerinin yaptığını söylerler, hak ve özgürlükleri lütufları olarak görürler. Halk onların kuludur, tebaasıdır. Mutlak otorite olmak isterler; sorgulanmaktan hoşlanmazlar, her şeyin en iyisini onlar bilirler. Onları sorgulamak, Tanrı’yı sorguladığımızda nasıl kafir sayılıyorsak, tıpkı bunun gibi vatan haini olmakla eş değerdir. Bu yüzden İslam dünyasında demokrasi, hak, hukuk ve güçler ayrılığı gibi ilkler genelde işlememektedir. İdealistler, toplumların Tanrı tasarımının yönetici tasarımını etkilediğini söylerler, ama nesnel bakış, tam tersine insanların yönetim anlayışlarının Tanrı tasarımlarını belirlediğini göstermektedir. Aslında toplumsal yönetsel yapımız böyle olduğu için, Tanrı’yı da böyle tasarlıyoruz.

İmdi, haksızlık etmemek için İslam dünyasında Tanrı’yı ilk neden, nedenler nedeni, akıl, akılsallık, aşk-maşuk gibi kavramları ön plana çıkartarak tasarlayan düşünürlerin de yetiştiğini vurgulamak gerekir. Bunun örneklerini, Mutezile, İslam felsefesi ve İslam tasavvufunda bulmak olanaklıdır. Ancak onların tasarımları, İslam toplumda köklü bir karşılık bulamamış, halk arasında yaygınlaşamamıştır. Neden bulamamış ve neden yaygınlaşamamıştır?

Sanırım bunun temel nedeni, bu tasarımların bir parça felsefi oluşları; düzenli bir evren tasarımına yol açmaları, insanların arzu ve isteklerine yanıt veren bir tasarım olmamalarıdır. Belki de bu tasarımların politik olarak kullanılmaya pek müsait olmamalarıdır. Filozofların akıl, tasavvufçuların aşk olarak gördükleri Tanrı, politik arenada, kudret olarak görülen Tanrı kadar işlevsel değildir. Keyfi bir kudret olarak her şeyin ardına yerleştirilen bir Tanrı, her şeyi meşrulaştırmak için kullanılabilir ve kullanılmıştır da. Örneğin, el-Hasan el-Basrî ile ilgili olarak şöyle bir olay aktarılır:

“Âta b. Yessar ve Ma’bed el-Cuhenî, Ebu Sa’id’e (el-Hasan el-Basrî) gidip, bu emirler Müslümanların kanını akıtıyor, mallarını gasp ediyor ve daha pek çok olumsuz şey yapıyorlar, sonra da, eylemlerimiz yalnızca Tanrı’nın iradesine göre meydana gelmektedir, diyorlar. Bu konuda ne düşünüyorsun? Ebû Sa’id şu yanıtı verir: Tanrı’nın düşmanları yalan söylüyorlar.”

İşret ettiğimiz gibi İslam düşüncesinde farklı Tanrı tasarımları vardır; bu ortadadır. Ancak politik saikler ve insani arzular yüzünden, akılsal bir ilke yahut sevgi/aşk ilkesi olarak Tanrı işlevsel bulunmamış, onu keyfi bir kudret olarak konumlandırmak daha işlevsel görülmüştür. Çünkü bu Tanrı, sorumluluktan kaçmak, nedensel araştırmaları ve sorgulamaları engellemek için kullanılmıştır ve hâlâ da kullanılmaktadır. Teistik tasarımda, birini yüceltmek istersek, onu Tanrı’nın seçtiğini söylemek, ihmallerimiz yüzünden gerçekleşen faciaları Tanrı’nın takdirine bağlamak, tembelliğimizi Tanrı ile olurlamak, eğitimsiz cahil birisini tanrısal vergiye dayanarak bilge olarak konumlamak, yani hemen her şeyde tanrısal bir açıklama ve teselli aramak olanaklı hale gelmektedir. Bu açıkçası beceriksizlikleri ve olumsuzlukları maskelemek için oldukça kullanışlı bir anlayıştır. Bu bağlamda hayati bir soru daha sormak gerekiyor: İyi de bu uluhiyet anlayışın, İslam dünyasının geri kalmışlığında hiç mi rolü yoktur? Bu soruya hayır demek oldukça zordur. Bu türden bir uluhiyet anlayışını reddetmek, insanı ateist kılar mı? Buna da evet denilemeyeceği ortadadır. Teizmi reddetsek bile İslam kültürünün içerisinde başka alternatifler, daha makul seçenekler bulmak mümkündür.