Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Türk oyuncular Cannes'da
Türk oyuncular Cannes'da
Meryl Streep'in gözyaşları
Meryl Streep'in gözyaşları
123456789
Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Türk oyuncular Cannes'da
Türk oyuncular Cannes'da
Meryl Streep'in gözyaşları
Meryl Streep'in gözyaşları
123456789

Filozof Niçin Ölümü Konu Edinir? Ölüm, Neden Felsefenin Sorunudur?

Ali Osman Gündoğan

Ölüm ve Felsefe adlı kitabın giriş kısmında Jeff Malpas ve Robert C. Solomon şöyle yazarlar: “Felsefenin asıl ilgisinin ölüm olduğunu söyleyen eski bir gelenek vardır- ya ölümü anlayıp kendisini ona alıştırarak ya da kaçınılmaz gelişine kendini hazırlayarak”. Bu ifadeler, bir felsefe geleneğine göre felsefenin temel sorusunun ölüm olduğunu iddia ederken aslında ölümün yaşamla bağlantısı dahilinde veya nasıl yaşamak gerektiği sorusu bağlamında ölümün felsefenin ilgisi içine girdiğini söyler.

Felsefenin asıl ilgisinin ölüm olduğunu söyleyen gelenek, Sokrates ile başlar. Sokrates, felsefe yapmanın ölmeyi öğrenmek, ölüme hazırlanmak olduğunu ifade eder. Ölmeyi öğrenmek, aynı zamanda nasıl yaşanması gerektiğini de öğrenmektir. Ölüm, bu açıdan yaşama rehberlik eder ve yaşamın anlamı konusunda belirleyici bir rol üstlenir. Çünkü insan ölüm yönünde olan varlıktır ve ölüm yönünde yaşlanır.

Asıl sorunun ölüm olmadığını, tersine doğum olduğunu düşünen Cioran, Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne adlı kitabında, “Ölüme doğru koşmuyoruz, doğum felaketinden kaçıyoruz” der. Çünkü gerçek kötülük gelecekteki ölümde değil, gerimizdeki doğumumuzdadır. Doğuma üzülen hiçbir kimsenin olmamasını insanlığın büyük bir gerileme içinde olmasına da bağlar. Doğmanın bir suç, kaza olduğunun ama buna rağmen onun doğal bir durum olarak düşünüldüğünün sadece Cioran değil, Eski Hint düşüncesinde de rastlanan bir durum olduğunu biliyoruz. Onlara göre insan, Brahman’ın bir şaşkınlık anında dünyaya geldi. Dünya ise kötü ve insan için geçerli olan tek şey acı ve ıstırap. Cioran, Buda’nın bir sözünü anar: “Hakikat, arzu ve nefretle dolu olanlardan sakının”. Bu sözün işaret ettiği şey, her canlıdan sakınmak gerektiğidir, yani doğmuş olandan sakınmak gerektiği. Schopenhauer, dünyadaki asli olan bu kötü ve ıstırap haline dayanarak, “Ne mutlu doğmamış olana” der. Sahici bir ölüm düşüncesinden uzak olanlar nasıl ki ölümü unutuyorsa Cioran için de “doğmuş olmayı unutmak”, mümkün olanın peşinden gitmek için tek neden gibi görünüyor. Bizi hayata bağlayan şeydir, doğmuş olmayı unutmak. Bir gün öleceğimizi unutmak da aynı kapıya çıkar. Cioran için ölüme üzülmeye de gerek yoktur. Çünkü ölüm, bir şey yitirmeye neden olmaz. İnsan, doğarken her şeyini yitirmiştir zaten. Bunun için bedene gerek yoktur. Doğmak, bedene sahip olmaktır. Cioran, sadece “Ben” yeterdi, der. Beden, “ben”in yitirilmesi gibidir sanki. Sokrates için de ölmek, beden hapishanesinden, ruhu kendisine zincirleyen ve özgürlüğünü yok eden bedenden kurtulmaktır. Çünkü varoluş, işkencedir. Ölüm, varoluş işkencesinden bir kurtuluş gibi düşünüleceği yerde, bu işkenceye hiç başlamamanın daha yerinde olduğunu iddia etmek gereklidir.

Varoluş sahibi olmak demek, istemeye başlamak demektir. Her istek, insan için bir çileye, ıstıraba, acıya katlanmak anlamına gelir. İstek, doyurulmadığı müddetçe acı verir. Doyurulduğunda da başka istek belirir. Bu kötümser görüş, “doğmamak hiç kuşkusuz olup olabilecek en iyi formüldür” der ama yine de bu kötümser görüş bilir ki doğmak, “ne yazık ki kimsenin elinde değil”. Aslında Cioran’ın bu son sözleri, doğum üzerine konuşmanın, ah-vah etmenin de bir işe artık yaramadığının onaylanmasıdır. Öyleyse asıl üzerine konuşulması gereken şey, hayatın bizzat kendisidir. Ne var ki hayat, ölümden ayrı değildir ve ölüm üzerine konuşmak, düşünmek ciddi bir sorun üzerine, belki de varoluş sorunu üzerine konuşmak ve düşünmektir. Çünkü doğmuş olmayı reddetmek, yaşamayı ve istemeyi reddetmektir. Doğum öncesi olanı arzulamak demektir. Hareketsizlik, yaratmadan vaz geçiş ve hissizlik istemek demektir. Bu, artık imkânsız bir istekse geriye tam da Nietzsche’nin dediğini uygulamak kalıyor: Amor Fati, Kaderini Sev. Yaşamaktan yana ol.

Yaşamaktan yana olmak, ölmekten yana da olmaktır. Sokrates ile başlayan ve Epiküroscularda, Stoalılarda önemli bir felsefi sorun olarak ele alınan ölüm, niçin felsefenin bir sorunudur? Hangi gerekçelerle ölümü bir felsefe sorunu olarak ele alabiliriz? Filozof ölüm ile neden ilgilenmelidir? Onun ilgilendiği ölüm müdür, kendi ölümü müdür?

Öncelikle şunu söylemek mümkündür: İnsan olmanın ne olduğu, insan varoluşunun anlamının olup olmadığı, mutlu bir hayatın nasıl mümkün olduğu gibi sorular, felsefenin etik, politik ve insan felsefesi ile ilgili sorularıyla da doğrudan bağlantılıdır. Bu soruların cevapları, ölüm kavramından, ölüm ile bağlantılı bir biçimde ele alınan kaygı, korku, keder, şükretme, sonsuzluk, kader gibi durumlardan da muaf değildir. Çünkü Ölüm ve Felsefe adlı kitapta, yukarıda adı anılan yazarlar, “insan yaşamları elbette ölümün merkezi bir rol oynadığı yaşamlardır” derler. Zira insan yaşamıyla ilgilenen felsefe, ölüm ile de ilgilenmek zorundadır. Ve sözlerine devamla, bu ilgilenme esnasında onlar, ölüme “ne anlam vereceğiz? Ölüm ile insan yaşamı arasındaki ilişkiyi nasıl anlamalıyız? Ölüm bir anlamlılık kaynağı mıdır yoksa anlamlılığın yok oluşunu mu temsil eder? Ölümün etkisi yaşamı saçma bir gösteriden ibaret kılmak mıdır?” tarzında sorulara cevaplar ararlar. Bu sorular, ölümü herkesin bir varoluş sorunu olarak ele alır. Ancak filozofun ölümle ilgilenmesinin daha farklı gerekçeleri vardır. Hegel, Tinin Görüngübilimi’nin Önsözü’nde şunu söyler. “Benim görüşüme göre -ki ancak dizgenin kendisinin açımlanışı ile açıklanabilir- her şey Gerçeği yalnızca Töz olarak değil, ama o denli de Özne olarak kavramaya ve anlatmaya dayanır”. Bu ifadeler, Hegel yorumcusu Kojev’in de belirttiği gibi Asıl-hakikatin sadece töz değil, aynı zamanda özne olduğunu, felsefenin Asıl- hakikati, Söylemle (Logos) açığa vurmak gerektiğini anlatır. Nitekim daha sonraki bir pasajda Hegel bu görüşünü daha da keskinleştirir: “Gerçek bütündür. Bütün ise ancak kendi gelişimi yoluyla kendini tümleyen özdür. Saltık üzerine söylenmesi gereken onun özsel olarak sonuç olduğu, gerçekte ne ise ancak erekte o olduğudur; ve doğası, edimsel, özne, ve kendisinin kendiliğinden oluş süreci olmak, işte bunda yatar”. Hegel’in sözleri şu anlama gelir: Felsefe, Asıl-hakikat olan bütünü tutarlı bir söylemle açıklamak istediğinden ve Asıl-hakikati Hegel, söylem sahibi bir özne olarak da gördüğünden, kendi gelişip sonlanması içerisinde öznenin de açıklanması gerekir. Bu, Kojev’in ifadesiyle, “felsefenin, Varlığın, niçin ve nasıl sadece Doğa ve doğal Dünya olarak değil, ama İnsan ve tarihsel Dünya olarak da gerçekleştiğinin açıklanması gerekir. Dolayısıyla felsefe, bir doğa felsefesi olmakla yetinmez ve bir antropoloji de olmak zorundadır” anlamına gelir. Çünkü madem ki bütün söz konusudur ve bu bütün, söylem sahibi özneyi ve bu öznenin söylemini de içine alır; öyleyse gerçeği söylemle açığa vurmak isteyen filozof, söylem sahibi bir özne olarak kendisini de bütün’ün içine dahil etmeli ve kendisine kendisinin de hesabını verebilmelidir.

Kojev’e göre bu hesap verme üç biçimde olmak üzere, “Tarihsel, özgür birey olarak ele alınan insanın, fenomenolojik, metafizik ve ontolojik bir betimlenmesidir”. Bu betimlemede insan, kendisinde kendisiyle sonlu olarak ele alınır. Onun sonlu oluşu, doğada ve tarihte dünyasal, zamansal ve mekânsal olarak metafiziksel betimlenmesinin sonucudur. Onu fenomenolojik olarak betimlemek de onun ölümlü olarak betimlenmesi anlamına gelir. Felsefe, gerçeği söylemle açığa vurmak anlamına geldiğine göre, bunu da ancak insan yapabileceğine göre ve insan kendini de bütünün- gerçeğin içine dahil edeceğine göre kendisini betimlemeyi bir kenara bırakarak bunu yapamaz. Hegel’in anladığı felsefenin bundan kaçması mümkün değildir. Madem ki felsefe bilgeliğin araştırılmasıdır ve madem ki bilgelik de insanın kendinin tamlığa erişmesiyle mümkündür; öyleyse filozof kendine kendisini açıklamak zorundadır. Bir bakıma Hegel bu üç betimleme suretiyle kendine kendisini de açıklamaktadır. İnsan, ölüm ile sonlu gerçekliğini kavrar. Onun sonlu gerçekliğini açığa çıkaran ölümü düşünmeden kendi gerçekliğini kavraması da mümkün değildir. Öyleyse filozof zorunlu olarak ölümü konu edinir.

Ölümün niçin filozofu ilgilendirdiği sorununa Heidegger de benzer biçimde yaklaşır. Heidegger’in Varlığın anlamına ilişkin geliştirdiği sorunun cevabı, bizi ölümle yüz yüze getirir. Çünkü Varlığın anlamını aradığımız türlü varolanlar içerisinde sadece Dasein, bu arayışa imkân verir. Bu da şimdi ve burada olan insan gerçekliğine karşılık gelen Dasein’in fenomenolojik bir analizini gerektirir. Dasein’in analizi, zamanı Dasein’in ufku olarak alır ve onu ölüm yönünde bir varlık olarak betimler. Böylece de Varlık ve Zaman, ölümü kendisine konu edinen bir eser olarak da anlaşılabilir. Heidegger, Metafizik Nedir? adlı küçücük risalesinde de, “Evvela her metafizik sorusu daima metafizik meselesinin bütünlüğünü içine alır. Bütünün kendisidir. Sonra her metafizik sorusu, soranın da -soran sıfatı ile- soru ile birlikte yani sorunun içine konulması ile ancak sorulabilir” der. Bu durum hemen alt paragrafta şu şekilde açıklanır: “Metafizik sorusu bütünlüğü ile ve her defasında soran varlığı hakiki durumu içinden soruya çekilmelidir”. Bu cümleler, Varlık ve Zaman ile birlikte düşünüldüğünde Dasein’in kendi kendisini sorguya çekmesi, kendi kendisini sorun haline getirmesi olarak anlaşılır.

Dasein’in analizi, onun temel yapısının özünde “daimî tamamlanmamışlık” yattığını gösterir. Varlık ve Zaman’da ifade edildiği biçimiyle, “Dasein kendi varlığı bakımından artık hiçbir şeyin noksan olmadığı bir ‘varoluşa’ kavuştuğu anda artık-şurada-var-olmamakla eş hale gelmiş olur. Varlık noksanlığının ortadan kaldırılması, Dasein’in varlığının yok oluşu demektir”. Bu ise ölümdür. Felsefe, varlığın anlamına soruşturmaya başlamak suretiyle ölüme ulaşır. Bu yüzden felsefe ve filozof, ölümle ilgilenir.

İnsanı diğer canlılardan ayıran elbette pek çok husus olmakla birlikte onun ölüm bilincine sahip varlık olması, en önemli ayırıcı vasıflardandır. Ölüm bilinci ile yaşama bağlılığı arasındaki ilişki de yaşamı anlamlandırmaya yönelik çabalarımızı belirler. Bir yaşam felsefesi, ölümü dikkate alarak yaşamın anlamı üzerine söz söyler. Ölümden ne anlaşıldığı önemli olmakla birlikte, onun yaşamla olan diyalektik ilişkisi çok daha önemli gibi görünmektedir. Camus bu düşünceyi güzel dile getirir: “Yaşama sevincim (bağlılığım), ölüm korkumdandır”.