58 bin 500 tutuklu ve hükümlü üretim yapıyor
58 bin 500 tutuklu ve hükümlü üretim yapıyor
Efsanenin çöküşü
Efsanenin çöküşü
Sharon Stone'dan Kurtlar Vadisi itirafı
Sharon Stone'dan Kurtlar Vadisi itirafı
PKK firarisi atlara tecavüz ederken yakalandı
PKK firarisi atlara tecavüz ederken yakalandı
123456789
58 bin 500 tutuklu ve hükümlü üretim yapıyor
58 bin 500 tutuklu ve hükümlü üretim yapıyor
Efsanenin çöküşü
Efsanenin çöküşü
Sharon Stone'dan Kurtlar Vadisi itirafı
Sharon Stone'dan Kurtlar Vadisi itirafı
PKK firarisi atlara tecavüz ederken yakalandı
PKK firarisi atlara tecavüz ederken yakalandı
123456789

Kültürel görelilik teorisi: Doğrular ve yanlışlar

Hasan AYDIN

I

Terry Eagleton’un ifadesiyle son derece karmaşık bir sözcük olan kültür, başlıca dört anlamıyla karşımıza çıkmaktadır. İlki, sanatsal ve düşünsel eserler toplamı; ikincisi, ruhsal ve zihinsel gelişim süreci; üçüncüsü, insanların yaşamlarına yön veren değerler, gelenekler, inançlar ve simgesel pratikler; dördüncüsü ise bir bütün olarak yaşam tarzıdır. 

Kültürel görelilikten söz edenler, genelde kültürün son iki anlamına odaklanırlar. Onlar bu anlamda, dünyadaki kültür çeşitliliğine, kültürel farklılıklara atıf yapmaya çalışırlar. Kültürel görelilik kavramı görece yeni olsa da, onun dayandırıldığı kültürel farklılık ve çeşitliliğin kavranışı oldukça gerilere dayanır. Sözgelimi, Herodotos, ünlü Tarih’inde Eski Pers kralı Dareios’un seyahatleri sırasında karşılaştığı çeşitli kültürlerden etkilendiğini söyler. Herodotos, Dareios’un bir Hint kabilesi olan Kallatyalıların ölü babalarının cesetlerini geleneksel olarak yemeleri, buna karşılık Yunanlıların ölüleri yakma geleneğini öne çıkararak, kültürel farklılığı kavratmak için şöyle bir sınama yaptığını anlatır: Dareios, bir gün çevresinde bulunan bazı Yunanları çağırır ve onlara ölü babalarının cesetlerini yemek için ne istediklerini sorar. Yunanlar, Dareios'un sorduğu sorudan dolayı şoke olurlar ve hiçbir şeyin onları böyle bir şey yapmaya ikna edemeyeceğini söylerler. 

Sonra Dareios, bazı Kallatyalıları çağırır ve Yunanlıların huzurunda onlara ölü babalarının bedenlerini yakmak için ne alacaklarını sorar. Kallatyalılar dehşete kapılırlar ve Dareios'tan böyle korkunç bir şeyden bahsetmemesini isterler. Antik Yunan’da sofistler, kültürel farklılığı ve çeşitliliği kendi felsefi sistemlerinin odağına oturturlar. Hatta bununla da sınırlı kalmazlar, insanı her şeyin ölçüsü haline getirerek öznelciliği temellendirmeye çalışırlar. Yine Antik Yunanlı skeptikler, troposlarında (argümanlar) adetlerin, yasaların, inançların, davranış kalıplarının karşı karşıya getirilmesini önemserler; bu karşıtlıktan yola çıkarak görelilik aracılığıyla yargıdan kaçınmayı salık verirler. Sözgelimi, Sekstus Empiricus’a göre, Etiyopyalılar çocuklarına dövme yaparlar, Yunanlar ise yapmazlar; Persliler ayaklarına değin uzanan giysiler giyerken, Yunanlar bu tür elbiseler giymezler; Hintliler herkesin içinde kadınlarla birleşirken Yunanlar bunu hoş görmezler. Yine Persler arasında erkeklerle birleşme düşkünlüğü adet iken, Romalılar buna karşı çıkarlar; Mısırlılar arasında seçkin erkelerin kız kardeşleriyle evlenmesi bir gelenek iken, Yunanlar bunu hoş karşılamazlar vb...

Sekstus Empiricus, farklı inanç ve uygulamaları karşı karşıya getirerek, bu konularda bir uzlaşının olmadığını, bu yüzden doğru ve yanlış yargısından kaçınmak, yargıyı askıya almak (epokhe) gerektiğini göstermeye çalışır. Aynı anlayışın, Montaigne, David Hume gibi skeptik eğilimli düşünülerce sürdürüldüğü görülür. Tabii bunlar karşısında, nesnel hakikati ve evrenseli önceleyen, toplumlar/kültürler üstü hakikatlerin ve değerlerin olduğunu savunan Sokrates, Platon, Farabi, Descartes, Kant vb. gibi meşhur filozoflar vardır. 

Modern dönem açısından söylersek, özellikle Aydınlanmacı geleneğe, nesnel ve evrensel olanın temellendirilmesinde ve norm haline getirilmesinde büyük işlevler yüklenmiştir. Bugünkü evrensel insan hakları söylemi tamamıyla onların bir ürünüdür. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren postyapısalcılık ve postmodernizm akımlarıyla birlikte, sofistlerin ve skeptiklerin savunduğu anlayışlar, modern sosyal bilim ve felsefe literatüründe tekrarlanan bir temaya dönüşmüştür. Artık evrensel ve nesnel hakikat ve değerlerin olmadığı fikri, neredeyse olağan bir hal almıştır. Bu açıdan bakılınca hemen herkes, kültürel farklılıklardan temel alan kültürel görelilik teorisinin doğruluğuna ikna olmuş gibidir. Bu yüzden, kültür çeşitliliğinin ve farklılığının artması, hem bir olgu hem de bir değer olarak görülür. O kadar ki, kültürel görelilik teorisini eleştirenler, etnosentrik bakmakla, antidemokrat ve hoşgörüsüz olmakla suçlanmaktadırlar. Bu yüzden konu oldukça günceldir ve felsefi açıdan tartışılmayı hak etmektedir. İşte biz bu yazımızda, kültürel görelilik teorisi gerçekten neyi talep eder ve talep ettiği şeyler ne ölçüde doğrudur, neden bu kadar cazip görülmektedir gibi sorulara yanıt arayacak; teoride doğru ve yanlış görünen hususları ortaya çıkarmaya çalışacağız. 

II

Öncelikle belirtmek gerekir ki kültürel görelilik teorisi, farklı kültürlerin farklı norm ve uygulamalarının, farklı hakikat algılarının bulunduğu gözleminden yola çıkar; meşruiyetini sosyolojik bir olgu olan kültürel farklılığa dayandırır. Buna göre, kültürel görelilik, nesnel hakikat diye bir şeyin olmadığını, dilimize, kültürümüze, cinsiyetimize, inançlarımıza, ihtiyaçlarımıza, zevklerimize göre değişen, rekabet halinde pek çok hakikatin bulunduğunu ve hepsinin bir diğeri kadar iyi olduğunu ifade eder. 

Yine kültürel görelilik teorisine göre, bir grup ya da kültür içinde doğru olarak düşünülen şey, başka bir grubun yahut kültürün üyelerine tamamen tiksindirici gelebilir ve tabii bunun tersi de mümkün olabilir. Tartışmayı açmak için Herodotos’un verdiği örnekten yola çıkarak söylersek; ölülerin cesetlerini yemeli miyiz yoksa yakmalı mıyız? Ya da Sekstus Empiricus’un verdiği örnekle söylersek, antik Mısır’da olduğu gibi kız kardeşlerimizle evlenmeli miyiz, yoksa Yunanlar gibi bundan iğrenmeli miyiz? Kültürel görelilik teorisini savunanlara göre, dönemin Yunan toplumunda yaşasaydık, ölüleri yakmak doğru, kız kardeşlerimizle evlenmek yanlış görülecekti; ama bir Hintli olsaydık, ölüleri yakmak yanlış, onları yemek doğru; bir antik Mısırlı olsaydık kız kardeşle evlilik yasal görünecekti vb.. 

Kuşkusuz, bu türden başka örnekleri çoğaltmak hiç de zor değildir. Sözgelimi İslam öncesi Arapların kültürlerinin bazı öğelerinin bizimkinden çok farklı olduğu apaçıktır. Arap erkeklerinin genellikle birden fazla eşinin ve hatta cariyelerinin olduğu biliniyor. İslam kültürü eşleri dörtle sınırlamaya çalışmıştır. Farklı olan sadece evlilikleri ve cinsel uygulamaları değildir. İslam öncesi Araplar insan hayatına, bize oranla daha az saygı duyuyor gibi görünmektedir. Örneğin, İslam öncesi Araplar arasında kız çocuk cinayetlerinin yaygın olduğu söyleniyor. Onların kız çocuklarını yok etmeye meyilli oldukları ve buna hiçbir sosyal damgalanma olmaksızın sadece ebeveynlerin takdirine bağlı olarak izin verildiği anlaşılıyor. 

Yine Eskimo kültüründe yaşlı insanların, aileye katkıda bulunamayacak kadar zayıf düştüklerinde, ölmek üzere karlı ortama terkedildikleri söyleniyor. Bize kendi yaşam tarzımız ve değerlerimiz o kadar doğal ve doğru görünüyor ki İslam öncesi Arapların ve Eskimoların yaşamı hiçe sayan söz konusu uygulamaları karşısında tüylerimiz ürperiyor. Bu tür şeyleri duyduğumuzda, doğal bir refleks ile hemen onları "geri" veya "ilkel" olmakla suçluyoruz. Bu türden garip uygulama farklılıklarının tarihte kaldığı düşünülmemelidir; modern olan toplumlarda, hala kadın sünneti, kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi, namus cinayetleri, kan davaları, recm cezası (zina yapanı taşlayarak öldürme), peçe takma gibi pek çok farklı uygulamalarla karşılaşmak olasıdır. Kültürel göreliliği savunanlar, bunları olağan karşılıyorlar; hatta meşrulaştırıyorlar. 

Şimdi felsefi bakımdan asıl soru şudur: Bu türden uygulamaları, kültürel görelilik kavramı altında meşrulaştırabilir miyiz? 

Postmodernist düşünürlere göre, farklı kültürlerin farklı ahlaki normları, yasaları, adetleri, hakikat rejimleri vardır ve bu bir realitedir. Bu realite, onlara göre, hukuk, etik ve hatta hakikat nosyonunda evrensellik fikrinin bir efsane olduğunu göstermektedir. Bu yüzden farklı toplumların hakikat rejimlerine, etik değerlerine, adetlerine ve toplumsal uygulamalarına "doğru" veya "yanlış" gözüyle bakamayız, çünkü bu, onların yargılanabilecekleri bağımsız ve nesnel bir doğru ve yanlış ölçütüne sahip olduğumuz anlamına gelir. Ancak böyle bağımsız ve nesnel bir ölçüt yoktur; her ölçüt kültüre gömülüdür, kültüre görelidir. Bu düşünce çizgisi, açıkçası değerler konusunda insanı kuşkucu olmaya davet eder. Kültürel görelilik teorisi, bu bakımdan şüpheci tutumuyla, ahlaki gerçekliğin ve hatta tümel olarak hakikatin nesnelliğine ve evrenselliğine olan sıradan inancımıza meydan okur. 

Çünkü değerler ve bilgiler alanında evrensel gerçek diye bir şeyin bulunmadığını söyleyen bu teoriye göre sadece çeşitli kültürel normlar, kabuller, uygulamalar, hakikat rejimleri vardır, başka bir şey yoktur. Ayrıca kendi kültürel normlarımızın, değerlerimizin, önemsediğimiz bilgilerin özel-nesnel bir statüsü yoktur; birçoklarından sadece birisidir. Her koşuldan bağımsız, şeylere hiçbir yerden bakan, nötr bir bakış açısı yoktur. Analitik bakıldığında, bu yargılar, kültürel görelilik düşüncesinin birkaç farklı fikrin bir bileşimi olduğunu ima eder. Bu yüzden kültürel görelilikteki doğru ve yanlış öğeleri görmek için, onun çeşitli unsurlarını ayırmak önem taşımaktadır, bu türden bir çözümleme, haklılık ve haksızlık konusunda daha eleştirel bir tutum benimsememize olanak sağlayabilir. Bir başlangıç noktası olarak, James Rachels’in düşüncelerinden yola çıkarak, tamamı kültürel rölativistler tarafından ileri sürülen ahlaki değerlere ilişkin aşağıdaki iddiaları ayırt edebiliriz:

(a) Farklı toplumların farklı ahlaki normları ve uygulamaları vardır. (b) Bir toplumsal norm ve uygulamayı diğerinden daha iyi görmek için kullanılabilecek nesnel bir ölçütümüz yoktur. (c) Kendi toplumumuzun norm ve uygulamalarının özel/nesnel bir statüsü yoktur; birçokları arasından sadece biridir. (d) Ahlakta evrensel gerçeklik diye bir şey yoktur; yani, her zaman tüm halklar için geçerli olan hiçbir ahlaki gerçeklik mevcut değildir. (e) Bir toplumun ahlaki norm ve uygulamaları, o toplumda neyin doğru olduğunu belirler; yani, bir toplumun ahlaki norm ve uygulamaları belirli bir eylemin doğru olduğunu söylüyorsa, o eylem en azından o toplum içinde doğrudur. (f) Başka insanların davranışlarını yargılamaya çalışmak, diğerine üstten bakmaktır. Oysa doğru olan diğer kültürlerin uygulamalarına karşı hoşgörülü bir tutum benimsemektir. 

Ayırt ettiğimiz bu altı önerme, kültürel göreliliği savunanlara göre, doğal olarak birbirini desteklemektedir. Peki durum gerçekten öyle midir? 

Biraz yakından bakıldığında, aslında bu altı önerme arasında birbirini gerektirecek mantıksal bir bağın söz konusu olmadığı görülür. Bunu daha yakından görmek için çözümlememizi bir adım öteye taşımamız ve bir parça somutlaştırmamız gerekiyor. Bu altı önermede dile gelen kültürel göreliliğin, her şeyden önce, ahlakın doğası hakkında bir kuram olarak öne sürüldüğünü belirtmek gerekiyor. Kuram, ilk bakışta oldukça makul görünüyor. Ancak onu çözümlemeye başladığımızda ilk bakışta görüldüğü kadar makul olmadığı anlaşılıyor. Fark etmemiz gereken ilk şey, kültürel göreliliğin odağında belli bir tartışma biçiminin yattığıdır. Bu tartışma biçimi, kültürler arasındaki norm ve uygulama farklılıkları hakkındaki gözlemden, ahlakın doğası ve statüsü hakkında bir sonuç çıkarmamızı talep etmektedir. Bu mantıksal açıdan doğru mudur? Bunu görmek için, şu akıl yürütmelere daha yakından bakmak gerekiyor:

(a) Yunanlar ölüleri yemenin yanlış olduğuna inanırken, Kallatyalılar ölüleri yemenin doğru olduğuna inanıyorlardı. (b) Bu nedenle ölüleri yemek nesnel açıdan ne doğru ne de yanlıştır; bu sadece kültürden kültüre değişen bir fikir ve uygulamadır. 

Veya alternatif olarak şu argümana bakabiliriz: 

(a) İslam öncesi Araplar kız çocuklarını diri olarak toprağa gömmede yanlış bir şey görmezken, Türkler kız çocuklarını öldürmenin ahlaksız olduğuna inanırlar. (b) Bu nedenle, kız çocuklarının diri diri gömülmeleri nesnel olarak ne doğru ne de yanlıştır; bu sadece kültürden kültüre değişen bir fikir yahut uygulamadır. 

Bu her iki argüman, aslında tek bir argümanın iki varyasyonu gibidir. Bu yüzden her ikisi de daha genel bir argümanın özel durumları olarak görülebilirler. Bu genel argümanı şöyle ifade etmek olasıdır: 

(a) Farklı kültürlerin farklı ahlaki normları ve uygulamaları vardır. (b) Bu nedenle, ahlaki alanda nesnel bir hakikat yoktur; doğru ve yanlış sadece görüş yahut inanç meselesidir ve görüşler/inançlar kültürden kültüre değişir. 

Kültürel göreliliği savunanların bu argümanına “kültürel farklılıklar argümanı” adı verilir. Bu argüman çok popülerdir ve birçok insan için ikna edicidir. Ancak, mantıksal açıdan geçerli midir? Argümanın mantıksal açıdan geçerli olduğu söylenemez; çünkü sonuç, öncülden çıkmaz, yani öncül doğru olsa bile sonuç hala yanlış olabilir. Öncül, belli bir kültürde yaşayan insanların neye inandığı ile ilgilidir. Bazı kültürlerde insanlar belli bir şeye inanırken, diğer kültürlerde yaşayanlar aynı konuda farklı bir şeye inanabilirler. Bu doğrudur, sosyolojik bir gerçekliktir; ancak argüman bu sosyal gerçeklikten, doğru ve yanlışın bulunmadığı sonucuna sıçramaktadır. Oysa böylesi bir sonucun, bu tür bir öncülden mantıksal olarak çıkması olanaksızdır. 

Herodotos’un verdiği örneğe dönerek söylersek, Yunanlar ölüleri yemenin yanlış olduğuna inanırken Kallatyalılar bunun doğru olduğuna inanıyorlardı. Yunanlar ve Kallatyalıların aynı inançta olmadıkları gerçeğinden, bu konuda nesnel bir hakikat olmadığı sonucu çıkartılabilir mi? Hayır, çıkartılamaz; çünkü uygulamanın nesnel olarak doğru ya da yanlış olması ve/veya bunlardan birinin ya da diğerinin doğru ya da yanlış olması olasıdır. Konuyu daha açık hale getirmek için, değerler alanın dışına çıkarak, bir başka örnek verebiliriz. Geçmiş bazı kültürlerde insanlar dünyanın düz olduğuna inanmışlardır, modern toplumlarda (düz dünyacıları istisna ederek söylersek) insanlar dünyanın küresel olduğuna inanırlar. Sadece insanların aynı fikirde olmadığı gerçeğinden bilimsel açıdan astronomide yahut coğrafyada "nesnel hakikat" olmadığı sonucu çıkar mı? Tabii ki çıkmaz; asla böyle bir sonuca varamayız, çünkü bazı toplumların üyelerinin dünya hakkındaki inançlarında yanlış yapmış olmaları muhtemeldir. 

Dünya gerçekte küresel olsa da, herkesin bunu bilmesi gerektiğini düşünmek için hiçbir sebebimiz yoktur. Benzer şekilde, eğer ahlaki bir hakikat varsa herkesin bunu bilmesi gerektiğini düşünmek için de hiçbir nedenimiz yoktur. İşte kültürel farklılıklar argümanındaki temel hata, insanların bir konu hakkında hemfikir olmadığı gerçeğinden yola çıkarak bu konu hakkında hakikate ilişkin bir sonuç çıkarmaya çalışmasıdır. Bu açıkçası basit bir mantık hatasıdır. 

III

Kültürel farklılık argümanı geçersiz olsa bile, kültürel görelilik teorisi hala doğru olabilir. Yeniden anımsamak gerekirse, kültürel göreliliğe göre, doğru kavramı kültüre içkin ve göreliydi. Doğrunun kültürün dışında, bağımsız bir temeli yoktu ve kültürde ne varsa, doğru oydu. Şimdi, tam bu bağlamda, bu yaklaşımı ciddiye alırsak, ne türden saçma sonuçlara ulaşırız, sorusuna bir yanıt vermek gerekmektedir. Felsefede buna saçmalığa indirgeme argümanı adı verilir. 

İlkin, belirtmemiz gerekir ki, artık diğer toplumların geleneklerinin ahlaki olarak bizimkinden daha aşağı olduğunu söyleyemez hale geliriz. Bu, elbette, kültürel görelilik teorisi tarafından vurgulanan ana noktalardan biridir. Diğer toplumları sırf farklı oldukları için mahkûm etmeyi bırakmamız gerekir. Herodotos’un verdiği Yunanların ve Kallatyalıların cenaze törenleri gibi belirli örneklere odaklandığımız sürece, sorun aydınlanmamış olarak kalacaktır. Ancak daha kötü durumları düşündüğümüzde, bir saçmalıkla karşı karşıya olduğumuzu hemencecik sezeriz. İslam öncesi Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömme adetlerini yahut kadın sünneti gibi pek çok kadını sakatlayan ve ölümüne yol açan uygulamaları veya Hitler gibi toplumsal desteği arkasına alıp bir halkı soykırımla tümüyle ortadan kaldırmayı düşünen politikacıları anımsayalım. Kültürel görelilik teorisine göre bu uygulamalardan herhangi birinin yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü kültürel görelilik teorisi kültürlerarası karşılaştırma ölçütüne izin vermez. Kültürel göreliliği ciddiye alırsak, bu tür insan hayatına mal olan toplumsal pratikleri de eleştiriden muaf olarak görmemiz gerekir ki bu açıkçası saçma görünmektedir. 

İkinci olarak kültürel görelilik teorisi, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belirlemek için basit bir test önerir. Yapılması gereken tek şey, eylemin kişinin toplumunun kurallarına uygun olup olmadığını sormaktır. Farz edelim ki, birisi kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesinin yahut ırkçılığın ahlaki açıdan doğru olup olmadığını merak ediyor. Tek yapması gereken, bu uygulamanın toplumunun ahlaki kurallarına uygun olup olmadığını sormaktır. Bir toplumun ahlaki uygulamalarına uygundur diye insanların öldürülmesini, ırkçı faşist uygulamaları doğru mu göreceğiz? Kültürel göreliliğin bu tür imaları gerçekten rahatsız edicidir; çünkü çok azımız toplumumuzun normlarının ve uygulamalarının mükemmel olduğunu düşünürüz.

Üçüncü olarak, kültürel görelilik teorisi, yalnızca diğer toplumların norm ve uygulamalarını eleştirmekten alıkoymakla kalmaz; kendi kültürümüzü eleştirmemizi bile engeller. Sonuçta, kültüre göre doğru ve yanlış varsa, bu diğer kültürler için olduğu kadar kendi kültürümüz için de geçerli olmalıdır. Bu kendi kültürümüze, değer yargılarımıza uygun gördüğümüz sürece her şeyi yapabiliriz anlamını ima etmektedir. Oysa kendi kültürümüzde, insan hak ve özgürlüklerine, insan onuruna aykırı uygulamalar bulunabilir. 

Dördüncü olarak, kültürel görelilik teorisi, değerler bakımından toplumsal ilerleme fikri konusunda da şüphe uyandırmaktadır. Biz, olağan hayatın akışı içerisinde en azından bazı sosyal değişimlerin daha iyisine ulaşmak için yapıldığını düşünürüz. Bunu kavramak için, geçmişten günümüze kadınların hak ve özgürlüklerini düşünebiliriz. Eski geleneksel toplumlarda kadının toplumdaki yeri oldukça sınırlıydı; mülk sahibi olamazlardı; oy kullanamazlardı veya siyasi görev alamazlardı ve genellikle kocalarının neredeyse mutlak kontrolü altındaydılar. Hatta kadınlar Antik Yunan’da ve Osmanlılarda yanında bir yakını olmadan sokağa bile çıkamazlardı. 

Yine kadının formel eğitim almasına olumlu yaklaşılmazdı. Son zamanlarda, Aydınlanma geleneği ve feminist hareketlerin etkileriyle bunların çoğu değişmiştir ve insanların çoğu bunu bir tür ilerleme olarak düşünmektedir. İslam öncesi Araplar kız çocuklarını diri diri gömme adetlerini değiştirmişlerdir. Bunun bir ilerleme olmadığı söylenebilir mi? Aynı şeyi insanı alınıp satılan metaya dönüştüren köleliğin kalkışı için de düşünebiliriz. Şimdi asıl sorun şudur: Kültürel görelilik teorisi doğruysa, bunların birer ilerleme olduğunu düşünebilir miyiz? İlerleme, doğası gereği, yanlış olanı iyi olanla değiştirmek anlamına gelir. Fakat iyi olanı hangi ölçüte göre iyi olarak değerlendiriyoruz? Eski uygulamalar, zamanlarının sosyal ölçütlerine uygundur, kültürel görelilik, onları farklı bir zamanın ölçütlerine göre yargılamanın bir hata olduğunu söylemektedir. İlerleme kaydettiğimizi söylemek, günümüz toplumunun eskisinden daha iyi olduğuna dair bir yargıyı ima eder ve bu, kültürel göreliliğe göre, kültürler üstü bir ölçüt gerektirir; oysa kültürel göreliliği savunanlar, kültürler üstü yargıyı olanaksız görüler. Kültürel görelilik doğruysa, sosyal reform ve devrim gibi fikrimizin de yeniden gözden geçirilmesi gerekecektir. M. Luther, II. Mahmut ve Atatürk gibi reformcular toplumlarını daha iyiye doğru değiştirmeye çalışmışlardır. Kültürel görelilik teorisi tarafından dayatılan kısıtlamalar bunu da sorunlu hale getirmektedir.

Beşincisi, bazı uygulamaların bilimsel açıdan sorunlu görülmesidir. Örneğin, tıp bilimi, ölü eti yemenin sakıncalarını, doğurduğu hastalıkları ortaya koyabilir. Ama kültürel görelilik teorisi, kültürden bağımsız bir bilim teorisine de izin vermez. Bilimin de hakikati belirleme yetkisini yadsır; çünkü bilim de kültüre gömülüdür ve farklı kültürlerde farklı bilimsel anlayışlar vardır. Ayrıca bilim insanları da zaman içerisinde görüş değiştirirler, önceden doğru gördüklerini sonradan yanlışlayabilirler. Bu açıdan kültürel görelilik, bilime olan güveni de sarsar ve bilimler çokluğu paradoksuna yol açar. 

Kültürel göreliliğin bu beş sonucu, birçok Aydınlanmacı düşünürün onu ilk bakışta mantıksız bularak reddetmesine yol açmıştır. Onlar, kölelik, kadın sünneti, kız çocuklarını diri diri gömme, kadını ikincilleştirme, recm cezası, ölü eti yeme, faşisizm, ırkçılık, soykırım ve terörizm gibi bazı uygulamaları nerede olursa olsun mahkûm etmenin mantıklı olduğunu iddia ederler. Yine onlara göre, kendi toplumumuzun hala kusurlu olduğunu ve reforma ihtiyacı olduğunu kabul etmek, ahlaki bir ilerleme kaydetmemiz gerektiğini düşünmek mantıklıdır. Kültürel görelilik teorisi, bu yargıların hiçbir anlam ifade etmediğini söylediği için, onlara göre, asla doğru bir argüman olamaz; çünkü birçok saçma uygulamayı meşrulaştırmaya, toplumları donuklaştırmaya ve hatta kültürler arası etkileşimi bile sorunlu hale getirmeye başlar. Tüm bunlardan daha da önemlisi kültürel uygulamalara dönük eleştiriyi olanaksızlaştırır. Evrensel ortaklıklar arayışına ket vurur. Bir değer ya da uygulamanın diğerinden daha makul, diğerinden daha gerekçeli, diğerinden daha insan onuruna yakışır olduğunu söylemeye olanak bırakmaz. 

IV

Bu kadar sakıncaları varsa, kültürel göreliliğin çekici yanı nedir? Postyapısalcılar ve postmodernistler onu niçin bu kadar ön plana çıkartıyorlar? 

Kültürel göreliliğin çekici yanı, kültürlerin doğru ve yanlış anlayışlarında çarpıcı biçimde farklılık gösterdiği gözleminden ileri gelir. İyi de toplumlar gerçekten birbirinden çok mu farklıdırlar? Basit bir sosyolojik gözlem, toplumların kültürleri ve bazı uygulamaları arasında farklılıklar olduğuna işaret eder. Hiç mi ortaklıklar yoktur? Buna da “hayır” demek olanaksızdır. Kültürel göreliliği savunanlar, farkları öncelerken, aslında kültürler arasındaki ortaklıkları ve benzerlikleri örtmekte ve hatta bu farklılıkların boyutunu biraz abartmaktadırlar. Aslında, çoğu zaman, dramatik bir farklılık gibi görünen şeyi bir parça incelediğimizde, kültürlerin göründüğü kadar farklı olmadığı da ortaya çıkabilir. Yine yalan söylemenin, hırsızlık yapmanın ve insan öldürmenin, kimi istisnaları olsa da, hemen tüm toplumlarda yanlış sayıldığı görülür. 

Farklılıklara başvurmak ve onu öncelemek, diğerlerini anlamaya, açık fikirli olmaya, etnosentrik bakıştan kurtulmaya, hoşgörüye ve demokratik açılımlara olanak verdiği için genelde iyi görülür. Bu yüzden kültürel görelilik teorisinin ciddi eksiklikleri olmasına rağmen, kimilerine neden bu denli çekici geldiğini anlayabiliriz. Kültürel görelilik gerçekten çekici bir teoridir; çünkü çok doğal olduğunu düşündüğümüz birçok uygulama ve tutumun yalnızca kültürel ürünler olduğuna dair önemli bir kavrayışa dayanır. Ayrıca, kendi kültürümüzü üstün görmekten kaçınmak ve açık fikirli olmak istiyorsak, bu kavrayışı bir şekilde göz önünde bulundurmak gerekir. Bunlar hafife alınmaması gereken önemli noktalardır. Ancak, kültürel farklılıklar, insan onuruna, insan hak ve özgürlüklerine vb. ters düşen uygulamalar ise, kültürel görelilik teorisi adına bunları onaylamanın makul olmadığını ve aksine onları eleştirmenin zorunlu olduğunu açıkça ifade etmek gerekir. Yoksa insanlık olarak bir adım dahi öteye gidemeyiz.