Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Türk oyuncular Cannes'da
Türk oyuncular Cannes'da
Meryl Streep'in gözyaşları
Meryl Streep'in gözyaşları
123456789
Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Türk oyuncular Cannes'da
Türk oyuncular Cannes'da
Meryl Streep'in gözyaşları
Meryl Streep'in gözyaşları
123456789

Sevginin Maharetleri

Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölüm Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Gündoğan, bu hafta GAZETE DURUM için “sevgi” ve “nefret” üzerine nefis bir yazı kaleme aldı.

Ali Osman Gündoğan

Hayatında hiç sevmeyen olmadığı gibi nefret etmeyen de yoktur. Herkes bir şeyleri sever, nefret eder, hoşlanır, arzular. Çoğu zaman bunlar birbirine karıştırılır. Arzu, hoşlanma, sevginin yerine geçer. Sevgiden hep söz ettiğimiz halde ve onu her defasında yücelttiğimiz halde onun ne olduğunu da pek bilmeyiz. Augustinus’un zaman için söylediği sevgi için de geçerli olsa gerek: “Sevginin ne olduğunu sormadıklarında onu biliyorum ama onun ne olduğunu sordukları zaman onu bilmiyorum”. Onu bilmek gerekir mi? O, bilinebilir bir şey olmaktan ziyade yaşanan, hayatımızı kuşatan, bize yol gösteren, yön veren, bizi neşe içine daldıran, bizi her an ve durmaksızın hareket halinde tutan şey değil mi?

Kadın erkek ilişkileri olduğu zaman genel olarak sevgi ile aşk ilişkileri birbirine karıştırılır. Sevgiden söz ediyorken aşktan söz ediyormuş gibi davranırız. Tersi de doğrudur. Oysa bilmeliyiz ki, bir erkek belki bütün kadınları sevebilir ama bütün kadınlara âşık olamaz. Bir kadın da bütün erkekleri sevebilir ama bütün erkeklere âşık olamaz. Aşık olmanın genelde tek biçimi olmasına rağmen sevgi, çok çeşitli ve yönlüdür, sevginin nesnesi bütün bir varlık olabilir. Anne çocuğunu, hoca öğrencisini, öğrenci hocasını, ressam sanatı, vatandaş yurdunu, dindar Tanrı'yı, taraftar takımını sevebilir. Bunlar da aşk olmaz. Yine de günlük kullanımda bunlarda da yanlış olarak da olsa aşk sözcüğünün kullanıldığına şahit oluruz. Aşk, sevgi kavramları üzerine oluşmuş literatürde de bu karışıklığı görürüz.

Sevgi, birleştirici özelliğiyle anlaşılmıştır hep. Nefret, ayırıcı özelliğiyle. İkisi, evreni idare eden ilke durumunda görülür çoğu zaman. Yunan mitolojisinde Eros, kaostan ilk çıkanlar arasında sayılır. Çünkü kaostan çıkanları birleştiren ve böylece hem düzen sağlayıcı hem de oluşu sürdürecek bir ilkeye ihtiyaç duyulur. Empedokles, dört elementi (toprak, su, hava, ateş) birleştiren ve ayıran iki kuvvetten bahseder. Bu unsurları sevgi birleştirir ve uyum, orantı, düzen sağlar. Nefret ise bu unsurları birbirinden ayırarak uyumu, dengeyi, orantıyı bozar. Ortega, “Dante, güneşle öteki gezegenleri sevginin yönettiğine inanıyordu” der. Çünkü gök cisimlerinin formu en mükemmel form, hareketleri de en mükemmel harekettir.

Platon’un Şölen adlı diyaloğunda eros (sevgi) üzerine olan tartışma ilginçtir. İlk sözü alan Phaidros, sevgi üzerine övgülerden sonra özetle, “Sevgi, tanrıların en eskisi, en saygı değeri, en güçlüsü ve insanlara hem hayatlarında hem de ölümlerinde erdem ve mutluluk kazandırır” der. 

İkinci konuşmacı Pausanias’tır ve o, iki sevgi türü arasında ayrım yapar: Birisi göksel sevgi, diğeri de orta malı sevgidir ki, ikincisi aşağılık kişilerin sevgisidir ve sadece bedenler üzerine yönelmiş bir sevgi olarak anılır. Bedenler üzerine yönelik sevgi, bedenleri üzerinde yapmak istediklerini yapabilecekleri kişilere yönelik bir sevgi olarak adlandırılır. Bedeni güzel olana yönelik sevgi, beden güzelliğini kaybedince yok olur ama kişinin iç güzelliğine duyulan sevgi öyle değildir. İç güzellik, sürekli bir şeydir ve sevgi, sürekli güzelliğe bağlanmadır. Bu bağlanma, erdem uğruna bir bağlanma ve sevmedir de. Çünkü erdem uğruna sevme ve sevilme, ne türden olursa olsun, güzel olana yöneliktir ve güzel olandır.

Sevginin iki ayrı türü arasında bir ayrım yapılması yerinde olmakla birlikte sevginin sadece insana (kadın-erkek) ve insandaki iç ve dış güzelliğe yönelik olması, üçüncü konuşmacının eleştirisine maruz kalır. Doğru bir eleştiridir bu. Eryksimakhos sevgiyi, sadece insana ilişkin bağlanışlarda değil, bütün varlıklara ilişkin bağlanışlarda görür ve onu, yüceler yücesi bir Tanrı olarak nitelendirir. Hekimlikten örnek vererek hekimlik, nasıl ki bedende birbirine düşman şeyleri dost haline getirmek, onları birbirine sevdirmek ise sevgi de ayrı şeyleri kaynaştırmak, onları uyuşturmak ve bir birlik oluşturmaktır. Bu, sadece insan dünyasında, insanın bedeninde değil, bütün evrende cereyan eden bir durumdur. Sevgi vasıtasıyla insan kendini ve bedenini düzenler, aksi takdirde kendisi ve bedeni düzensiz bir hal alır. Ve ilginç bir ifade kullanır: Sevginin tersine davranmak, günah işlemektir.

Aristophanes, dördüncü konuşmacıdır. O bir oyun yazarıdır. Oyunlarında filozofları ve özellikle Sokrates’i küçümser. Buna rağmen Platon onu bu diyalogda konuşturur. Onun konuşmasında da sevgi, Tanrılardan bağımsız ele alınmaz. Sevgi konusuna “İnsan ne idi, ne yaptı, ne oldu?” soruları çerçevesinde yaklaşır. İnsan soyu başlangıçta Androgynos olarak bilinen ve “adı gibi biçimi de hem erkek hem dişi olan” bir soydu. Bu soy, “göğe doğru tırmanmaya, Tanrılara karşı koymaya” yeltenince Zeus, bunları ikiye bölmüş. Aslında o günden beri her bir parça kendi bütünlüğünü sağlayan diğer parçasını aramaya başlamış. Çünkü insan, kendi benzerine sevgi duyar. Kendi parçasını aramak olan sevgi, insanın ilk halindeki bütünlüğü ve birliği kurma çabasından başka bir şey de değildir. “Sevgi dediğimiz şey, yaratılışımızdaki bütünlüğü arzulamak, aramaktır” der konuşmasında Aristophanes. Bu bütünlük, yaratılışta gönlü gönlümüze uyan parçamızı bulmakla sağlanır. Öyleyse sevgiyle barışmak, onunla uzlaşmak, Tanrılara karşı gelmemek suretiyle bizi bütünleyen parçamızı bulabilir ve mutluluğa erişebiliriz. Aristophanes’in konuşmasında sevgi yine insanın insanı, kendisini bütünlemesi için duyduğu bir arzuya karşılık gelir. Platon’un ve Sokrates’in hiç taraftar olmadığı ve Grek kültüründe yaygın olan bir duruma da işaret edilir. Çünkü parçanın erkek olması erkeğe, kadın olması kadına yönelmeyi sağlar. Aristophanes, gerçek sevginin bu olduğu konusunda fikir beyan eder. Platon, kendisinin sevmediği ve kendisini de sevmeyen bir oyun yazarı ve şaire böylesi bir sapkın durumu söyletir. 

Sıra Agathon’a gelmiştir. Agathon, sevgi hakkında konuşurken aslında bir Tanrı hakkında konuşmaktadır. Sevgi, Tanrıların en incesi, en genci, en akıcı olanıdır. O, her şeyi sarar. Sevginin erdemlerinin başında haksızlık etmemesi ve haksızlığa uğramaması gelir. O, haklıdır ve ölçülüdür, yiğitlik konusunda onunla boy ölçülemez. O, öyle bir şairdir ki, şairlikle ilgisi olmayanı bile şair yapar. Yeter ki o insan, sevgi tarafından sarılsın. Sevgi, hayatı devam ettirendir, onun elinin değdiği her şey bir düzene, uyuma kavuşur. Güzel ve iyi şeylerin kaynağında sadece o vardır. İyi ve güzel şeylerin kaynağında olan sevgi onlardan da daha iyi ve güzeldir. Onunla yakınlık kurar, onunla yabancılık duygularından kurtuluruz. Diğer konuşmacılarda olduğu gibi Agathon’un yaptığı da bir övgüdür ve bu övgüde sevgiyi tanımlamaktan ziyade daha çok onu tasvir ediş ve onun fonksiyonunu dile getiriş vardır.

Sokrates’i konuşmaların hiçbiri tatmin etmez. Sevgiyi övmek, bildiğimiz bütün güzel ve iyi şeyleri ona yüklemek olmamalı ona göre. Çünkü bütün bu övgülerde sevginin mahiyetine ilişkin bir şey söylenmez. Sokrates, sevgi üzerine Diotima adlı bir kadının söylediklerini, daha doğrusu bu kadınla arasında geçen konuşmayı aktarır. Sokrates Agathon’un konuşması üzerinden sevginin ne bolluk içinde ne de varlık içinde olduğunu, onun hiçbir zaman doymadığını, sürekli bir biçimde arayan, isteyen, arzulayan bir duygu olduğunu dile getirir. Ancak özellikle Alkibiades ile ilişkisinde sevginin aslında bir ölçü, denge olduğu fikrine de ulaşılabilir.

Buraya kadar ele aldığımız biçimiyle sevginin pek çok biçimde anlaşılabileceği bir duruma işaret edilmektedir. Yapılması gereken şey, Yunanlılarla başlayıp St. Thomas ile devam eden özellikle sevgi ve nefret konusundaki düşünceleri, başka kavramlarla ilgileri bağlamında değerlendirmektir. Bu konuda Ortega Y Gasset’nin Sevgi Üstüne adlı kitabı yol göstericidir.

Sevgiyi bir arzu, iştah olarak gören anlayış kabul edilemez. Sevdiğimiz şeyi arzularız ama sevmediğimiz şeyleri de arzuladığımız olur. Sigaradan nefret ettiğimiz halde onu istediğimizde olduğu gibi. Arzu, Ortega’ya göre sahip olunduğunda sönen bir şeydir ama sevgi, sahip olunan bir nesne dolayısıyla ortaya çıkmaz, “sevgi, sonsuza dek doyumsuz kalır”. Arzuda nesne bana doğru gelirken sevgide ben ona doğru giderim. Bunun için sevgide seven, sevilen ile ilişkisinde sürekli aktiftir ama sevilenin orada öylece bulunuyor olması yeterli görünmektedir. Sevgi, sevilenden gelen uyarıcıların sevene etki etmesiyle başlar ve bu başlama seveni sevilene doğru çevirir. Hareketin tek yönü artık sevilendir. Ortega güzel bir ifade kullanır: “Sürekli bir göç içinde olmak, sevgi içinde olmak demektir”. Çünkü sevgi edimi, bizi kendi dışımıza çıkarır ve kendimizi adeta terk ederek sevilene yapılan bir yolculuktur.

Nefret de sevgi gibi etkindir. Sevgi ve nefret biçimsel olarak birbirlerine benzerler ama özleri itibarıyla çok farklıdırlar. Temel farkları şudur: Sevgi sevilen nesne ile buluşmaya doğru giderken nefret, nefret edilen nesneye doğru gitse de o nesneden bizi ayırır. Sevgi bileştirmeye yönelik hareket, nefret de ayırmaya yönelik harekettir. Ortega’nın ifadesiyle “sevgi gönülleri birbirine yaklaştırarak uyum yaratır; nefretse uyumsuzluğa” götürür. Birisi onaylama, diğeri olumsuzlama hareketidir. Birisi yaşatır, diğeri öldürür.

Sevgi, kendi içinde sevileni sürekli bir biçimde onaylama hareketi olduğu için saygıyı da barındırır. Saygı, tek başına ele alındığında nesnel, sevgi tek başına ele alındığında öznel karakterleriyle karşımıza çıkarlar. Sevgi nasıl ki, seveni aktif hale getiren bir duygu ise saygı, bunun tersine olarak öncelikle saygı duyulandan kaynaklanır. Öyle bir hal söz konusudur ki saygı, kendisine yapıp etmeleri dolayısıyla duyulmaması imkânsız olan ahlaki bir ödev haline gelir. Bu, saygının bir duygu değil ahlaki bir mecburiyet olarak ortaya çıkmasına neden olur. Bu bakımdan saygı, saygı duyulanın hak ettiğidir ve saygı duyulan aktiftir. Sevgi, içinde saygıyı barındırdığı oranda öznelliği ve bir duygu durumunu aşar, ahlaki bir mahiyet de kazanır. İkisi karşılıklı olarak birbirlerini desteklerler, büyütürler. Hem sevgide hem saygıda varlığı onaylama, kabul ediş söz konusudur ve kabul ediş, seven ile sevileni, saygı duyan ile saygı duyulanı bar araya getirir, kaynaştırır, var olanlar arasındaki düzeni, uyumu kurar. Kaosu kosmosa çevirir. 

Sevgi, iyi ve güzel olarak görür. Çünkü kendisi iyi ve güzeldir. Nefret, kötü ve çirkin olarak görür. Çünkü kendisi kötü ve çirkindir. Nefret, sevginin tersine kosmosu kaosa çevirir. 

Sartre’ın Gizli Oturum’da işlediği, “başkaları cehennemdir” tezine karşı Dostoyevski’den hareketle, "cehennem, insanın kalbinde sevginin bittiği yerdir" tezini işlemek çok daha doğru olacaktır. Cehennem de cennet de başkalarıyla birlikte kurulur. Cehennem, başkasına sevginin mahrumiyetinin doğurduğu uyumsuzluk, bütünsüzlük, kendini bulmama halidir. Cennet ise başkalarıyla sevgi dolayısıyla kurulan uyumun, birliğin, dertsizliğin ve kendini buluşun halidir. Böyle bir durumda cenneti de cehennemi de gittiğimiz yere, çakılıp kaldığımız yere kendimizle birlikte kendimiz götürürüz. Sevginin iyi ve güzeli gerçekleştiren duygu olduğunu ama en güzel ve en iyinin bizzat sevginin kendisini söylediğimiz yerde sevgi, insanı iyi ve güzel insan kılar. Bu insanların olduğu yerdir cennet. Osho boşuna söylememiştir: “İyi insanlar cennete gider değil, iyi insanlar nereye giderse orası cennet olur”.

Yunus Emre’nin; “Ben gelmedim dava için, benim işim sevi için/ Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim” dizelerinde sevginin kavganın karşıtı olduğu, sevgiden yoksun olanın kavga adamı olarak nitelendirildiğini görürüz. 

Hem ülkemizde hem de dünyada ayrımcılığın, fanatizmin, nefret söylemlerinin, bencilliğin, şiddetin, ötekileştirmenin temel nedenlerinden birisidir sevgisizlik ve bunun için dünyanın çivisi çıkmış, dünyanın pek çok yeri cehenneme dönüşmüştür. Bazıları bunu bile isteye yaparlar. Onlar, sevgi konusunda liyakatsiz oldukları için varlıklarını merkeze alırlar. Onlar kendi varlıklarında kendi cehennemlerini yaşarlar. Kendilerinin cehennemini başkalarının davası yapmak içindir çabaları. Oysa sevgi kendi içinde hak bilirliği, adaleti, ahlakı barındırır. Paulus çok güzel söyler: “Sevgi sabırlıdır ve hoşgörülüdür, dostçadır, sevgi kendini sevdirmek istemez (gayretkeşlik etmez), iyiye ve kötüye yönelik amacı içinde taşımaz, şişinmez, kaba saba hareket etmez, kendine ait olanı aramaz, kendinden rica ile bir şeyin istenmesine izin vermez, kötüyü hesaba katmaz, adaletsizlikten sevinç duymaz”. Çünkü sevgi “asla tükenmez”. Sevgi, duygulardaki birliği sağlar. Duygularda birlik olmadığında, fikirlerde birlik sağlanması da mümkün değildir.