Darp edilen tarih profesöründen açıklama
Darp edilen tarih profesöründen açıklama
Sakıp Sabancı özel törenle anıldı
Sakıp Sabancı özel törenle anıldı
Diyanet Audı'yi kabul etti
Diyanet Audı'yi kabul etti
Satın alacağı yeni takımı açıkladı
Satın alacağı yeni takımı açıkladı
123456789
Darp edilen tarih profesöründen açıklama
Darp edilen tarih profesöründen açıklama
Sakıp Sabancı özel törenle anıldı
Sakıp Sabancı özel törenle anıldı
Diyanet Audı'yi kabul etti
Diyanet Audı'yi kabul etti
Satın alacağı yeni takımı açıkladı
Satın alacağı yeni takımı açıkladı
123456789

Türkiye nereye savruluyor?

Ahmet Süha Umar

Prag’da Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un öncülüğünde yapılan, “Avrupa Siyasi Topluluğu-AST” toplantısı bana, yanılmıyorsam 1980’li yıllarda zamanın Fransa Cumhurbaşkanı, Giscard d’Estaing’in ortaya attığı, “Çok Vitesli Avrupa” düşüncesini anımsattı. O tarihlerde Avrupa Birliği (AB), hâlâ genişleme ve güçlenme dönemindeydi. O zaman bile Batı Avrupa’nın, içine almak istemediği ancak pek çok nedenle dışarıda kalmasını da istemediği ülkeler düşünülerek ortaya atılmıştı. Hoş, bu düşünce Avrupa’nın içine işlemiştir. Nitekim Batı Avrupa Birliği oluşumunda, daha sonra Karşılıklı Dengeli Kuvvet İndirimi (MBFR) ve nihayet Avrupa’da Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması (CFE) ile sonuçlanan silahsızlanma girişimlerinde bile bu yaklaşım Avrupa politikalarını yönlendirmiştir. Kısacası Avrupa, “gerçek Avrupalı” saydığı ülkelerle “diğer Avrupalılar” arasında ayrım yapmaya hep meyilli olmuştur.

Çok vitesli Avrupa düşüncesinin arkasındaki temel nedenlerden birisinin Türkiye’nin olası Avrupa Birliği tam üyeliğini, Türkiye’yi tam dışlamadan ama içeriye de almadan, açıkta denizci tabiri ile alargada tutmak olduğunu anlamak için çok akıllı olmaya o zaman da gerek yoktu, bugün de yoktur.

Avrupa Siyasi Topluluğu girişimi de bu yaklaşımın yeni bir isimle gündeme getirilmesidir. Üstelik şimdi AB, özellikle Lizbon Antlaşması’nın bazı AB ülkelerinde onaylanmamasından, Brexit’ten sonra artık başlangıçtaki hedeflerine varamamış, yorulmaya başlamış ve mevcut üyeleriyle bile ciddi sorunlar yaşamakta olan bir Avrupa’dır. Yeni katılımlar kazanç değil yük olarak görülmektedir. Türkiye, bu yüklerin en ağırı olarak algılanmaktadır. Bu algıya, özellikle AKP Türkiye’sinin katkıları vardır hatta bazı konularda belirleyici olmuştur ama bu, AB’nin, daha 1980’li yıllarda şekillenen Türkiye’ye stratejik bakışında büyük bir değişiklik yaratmamıştır.

AB, Türkiye’nin tam üyeliği konusundaki duraksamasından kurtulamamıştır. Bu konudaki isteksizliğini bugüne kadar olumlu yönde değiştirmemiştir. Değiştirmek istediğini gösteren bir belirti de yoktur. Burada bir parantez açıp, bu isteksizliğin, kararsızlığın atında yatan en önemli etkenin, AKP iktidarının uygulamalarına karşın, din olmadığını söylemek yanıltıcı olmaz.

AB için Türkiye, siyasi, ekonomik ve güvenlik açılarından, onların tabiri ile “hazmı kolay olmayacak” bir genişlemedir. Ancak Türkiye’nin AB dışında kalmasının, diğer bir değişle, etki ve denetim dışı kalmasının da ciddi sakıncaları vardır. Hele Ukrayna Savaşı'ndan sonra Avrupa’nın savunmasını yıllarca ABD’ye ihale etmesinin rahatlığının, önemli bir güvelik zafiyeti olduğunun anlaşıldığı bu günlerde.

Kendi güvenliğini kendisinin sağlamasının daha doğru olduğunu nihayet gören AB, bunun Türkiye’yi dışarıda bırakarak yapılamayacağının, en azından eksik kalacağının farkındadır. Bu açıdan Batı Balkanlar da benzer bir öneme sahiptir. Kafkaslar ise olası hasım Rusya’nın, en azından meşgul edilmesi için AB’ye bağlantılandırılması gereken bir bölgedir. Ancak bağlantı kurulurken, bu ülkelere AB üyeleri ile eşit statü tanınmamalıdır. İşte çok vitesli Avrupa düşüncesinin yeni şekli AST, bu nedenle ortaya atılmıştır. Türkiye’ye, Batı Balkanlar, Kafkas ülkelerine yapılan Prag davetinin altında yatan düşünce budur. Prag toplantısına davet edilmiş olmak, Türkiye için bir kazanç veya övünülecek bir gelişme değil, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir mesajdır.

Göyçe-Zenzezur Cumhuriyeti

Avrupa’da bu gelişmeler olurken Kafkaslarda, kimsenin akıl sır erdiremediği bir Göyçe-Zenzegur Türk Cumhuriyeti ortaya çıktı. Türkiye’nin bu cumhuriyeti hemen tanıdığı hatta yeni devletin (!) “Ankara Beştepe Nezdinde Temsilcilik (!)” (bu ne demekse) açtığı haberleri duyuldu. Bu haberler yalanlanmadı.

İlan edilen Cumhuriyet’in kurucu kadrolarından ve ortaya çıkmaya başlayan niteliğinden, adı “Türk Cumhuriyeti” olsa da Kürt unsurlar ile bağlantısının daha yaygın olduğunu gösteren belirtiler oldukça güçlü.

Yine aynı tarihlerde, bir iddiaya göre ABD’nin desteği ve yönlendirmesiyle, üstelik her gün, çok sayıda genç Afgan erkeğinin Türkiye’ye girdiğinin bilindiği ve tartışıldığı bir dönemde; Taliban Afganistan’ının, nereden çıktığı anlaşılamayan bir “Kürdistan sevdası ve ilgisi” hakkında haberler dolaşmaya başladı.

Bunlara ABD düşünce kuruluşlarının, yine Kürt unsurlara dayanarak gündeme getirdiği, “Türkiye dağılmadan Suriye sorunu çözülmez” söylemini de eklediğimizde, doğrusu Türkiye’nin nereye savrulduğunu düşünmemek, olup bitenler karşısında böylesine ne yaptığını bilemez halde olmamıza bakıp endişelenmemek elde değil.

Gerçekten Türkiye nereye gidiyor, bilen var mı?