Ahmet San'dan müzik dünyasıyla ilgili çarpıcı açıklamalar
Ahmet San'dan müzik dünyasıyla ilgili çarpıcı açıklamalar
Demet Evgar ve kızından set pozu
Demet Evgar ve kızından set pozu
Hasan Can Kaya'dan Cem Yılmaz açıklaması
Hasan Can Kaya'dan Cem Yılmaz açıklaması
Polisten uyuşturucu istedi
Polisten uyuşturucu istedi
123456789
Ahmet San'dan müzik dünyasıyla ilgili çarpıcı açıklamalar
Ahmet San'dan müzik dünyasıyla ilgili çarpıcı açıklamalar
Demet Evgar ve kızından set pozu
Demet Evgar ve kızından set pozu
Hasan Can Kaya'dan Cem Yılmaz açıklaması
Hasan Can Kaya'dan Cem Yılmaz açıklaması
Polisten uyuşturucu istedi
Polisten uyuşturucu istedi
123456789

KÜRESELLEŞME SÜRECİ VE TÜRKİYE I: DİĞER ÜLKELERE SUNULAN İMKANLAR

Küre-selleşme

Küreselleşmenin, zaman zaman hızı ve niteliği farklılaşsa da yüzyıllardır devam eden bir süreç olduğunu söylemek mümkündür. Böylesi bir sürecin kendiliğinden oluşumuna imkan veren sosyoekonomik dinamikler yanında zorlayan ekonomik ve siyasi dinamikler de bulunabilmektedir. Zaman yani toplumların/yönetimlerin gelişme düzeyi ile coğrafya yani mekanın sunduğu imkanlar / zorluklar bu süreci hızlandırabilmekte / yavaşlatabilmektedir. Ayrıca, askeri güce dayanan devletler, ekonomik güce dayalı ulusüstü şirketler ve yeni teknolojilerin getirdiği dönüşümler böylesi bir sürecin başlıca aktörü/faktörü olabilmektedir.

1990’lı yıllarda oluşumu daha belirgin olarak hissedilmeye başlayan ve belki de tarihteki en geniş zeminli ekonomik küreselleşmesi olarak tanımlanabilecek süreç, tüm insanları, kurumları ve ülkeleri az ya da çok, doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemiş, etkilemeye de devam etmektedir. Günümüzde bazı ülkelerin/firmaların senaryo yazımında ve yönetiminde yer aldığı ve başrolü de oynadığı bu küreselleşme aşamasında, başta iletişim alanı olmak üzere hızlanmış olan teknolojik gelişmelerin de katkısıyla, ülkeler arası iş birliği ve bağımlılıklar artmıştır. Dünya Ticaret Örgütü Anlaşması ve taraf olan ülke sayısındaki artış da süreci adeta kurumsallaştırmış, ulusüstü bir nitelik kazanmasına zemin oluşturmuştur.

Küreselleşme kavramı, birçok konuyla ilişkilendirilebilecek kadar geniş bir kavramdır. 1980’li yılların dışa açıklık politikaları ve neo-liberal iktisat düşüncesinin yaygınlaşması, Doğu Bloku’nun (1989), onu izleyerek SSCB’nin dağılması (1991) ve ideolojik kutuplu dünyanın yerini, teknolojik gelişmelerin de etkisiyle yeni dünya düzeni adı verilen ekonomik temelli dönüşüme bırakması, küreselleşmenin hızlanmasına yardımcı olmuştur. Bu bağlamda küreselleşme olgusunun gerisinde daha çok ekonomik dinamikler olduğunu ve bu olguyu dünyanın bir bütün olarak tek ve büyüyen bir pazara dönüşme süreci olarak ifade etmek mümkündür.

Küreselleşme sürecinde dünya üretimi ve ticaretinde yaşanan gelişmeleri aşağıdaki grafik yardımıyla açıklamak mümkündür. Dönemsel bazda bir değerlendirme yapıldığında, küresel ticaret hacminin küresel büyümeye oranla en yüksek olduğu yani küreselleşmenin en hızlı olduğu 5 yıllık dönemin 1996-2000 dönemi olduğu görülmektedir. Ayrıca, 1986-2000 döneminde küresel üretime oranla ticaret hacminin çok daha hızlı arttığı, yani küreselleşmenin derinleştiği anlaşılmaktadır.


Diğer taraftan 2001 sonrasında ticaret hacmindeki artışın yavaşlayarak üretim artışına yaklaştığı, 2016 sonrasında ise üretim artışının da gerisine düştüğü görülmektedir. Dolayısıyla 1986-2000 dönemini hızlı küreselleşme, 2001-2015 dönemini küreselleşmede yavaşlama dönemi ve 2016 sonrasını da gerileme dönemi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Bu yavaşlamanın GOÜ’lerin ve halklarının borçlanmada limitlere yaklaşması ve talep artışını yavaşlatmak zorunda kalmaları ile bağlantılı olduğu, dolayısıyla küreselleşmenin mevcut koşullarda derinleşmeye devam etmesinin de zor olduğu söylenebilir.

Küreselleşme sürecinin olumlu ve olumsuz yönleri, taraftarları ve karşıtları, kazananları ve kaybedenleri olabilecektir. Bu yazımızda Türkiye’nin küreselleşme sürecinde dünyaya sunduğu imkanlara, bir sonraki yazımızda ise küreselleşmeden elde ettiği faydalara ilişkin değerlendirmeler yapılacaktır.

Küreselleşme ve Türkiye’nin rolleri

1970’li yılların sonunda hem ekonomik hem de siyasi açıdan tıkanan Türkiye dışa, daha genel ifadeyle küreselleşme sürecine erken katılmak zorunda kalan ülkelerden biri olmuştur. Bu süreç Türkiye’de 24 Ocak 1980 Kararları ile başlamış, 12 Eylül askeri darbesi ile hızlanmıştır. 24 Ocak Kararları'nın aradan geçen 40 yılı aşkın yakın zamandır etkilerinin devam ettiği, ekonominin 2021 sonu itibarıyla geldiği noktada bu ve devamı niteliğindeki kararların önemli rolü olduğu söylenebilir.

Diğer taraftan, başta ABD ve İngiltere olmak üzere gelişmiş Batılı ülkelerin senaryosunu yazdığı, başrolünü oynadığı ve yönettiği küreselleşme sürecinde çoğu gelişmekte olan ülkeye figüranlık rolü verilmiştir. Bu rolün içeriğinde ise;

√ Gelişmiş ülkelerin arz fazlası ürünlerine pazar sağlama,

√ Gelişmiş ülkelerde getirisi düşmüş sermayeye daha yüksek getiri sağlama,

√ Rezerv niteliği taşıyan paraların (önce ABD doları, Sterlin, daha sonra Euro) kullanım alanının genişlemesi ve kullanım miktarının artması yoluyla üretici ülkeleri için daha fazla senyoraj geliri (paranın üzerinde yazılı değer ile basım maliyeti arasındaki fark) imkanı sağlama,

√ Bu süreçte artacak dış kaynak bağımlılığı ve dış borçlar nedeniyle küresel senaristlerin öngördüğü politikaların dışına çıkamama, yani ekonomik/paradigmal bağımlılık,

olduğu söylenebilir.

Türkiye’nin küreselleşme ya da küreselleştirilme sürecinde nerede olduğunu, yani kendisine bu süreçte yüklenen işlevleri ne düzeyde yerine getirdiğini ortaya koymak amacıyla Tablo 1’de bazı istatistiklere yer verilmiştir. Buna göre Türkiye'nin pazar olma, bir başka ifadeyle elinde kapasite ve dolayısıyla arz fazlası olan ülkeler için iç pazarını açma ve daha fazla ithalat yapma işlevini önemli ölçüde yerine getirdiği söylenebilir. Nitekim 1984-89 döneminde toplam olarak sadece 77,4 milyar dolarlık ithalat yapan Türkiye, 1990-99 döneminde 333,4 milyar dolar, 2000-09 döneminde bir trilyon 83 milyar dolar, 2010-19 döneminde ise 2,2 trilyon dolar tutarında ithalat yapmıştır. 1984-2019 dönemindeki toplam ithalat tutarı ise 3,9 trilyon dolar olmuştur. Dolayısıyla küreselleşme sürecinde Türkiye pazarı, diğer ülke ihracatçıları açısından fazlasıyla büyümüştür.

TABLO 1: TÜRKİYE’NİN KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE SUNDUKLARI (TOPLAM)


Kaynak: TCMB, BDDK, HMB verilerinden yararlanılarak hazırlanmıştır.

Küreselleşmenin küresel sermayeye daha yüksek getiri sağlama işlevine ilişkin olarak tabloda, doğrudan yabancı yatırımlar (kâr), yabancı portföy yatırımları (portföy kazancı) ve mevduat-kredi-borç (faiz) karşılığı sağlanan/ödenen kazançlara/getirilere yer verilmiştir. Buna göre her üç yatırım kategorisinde de yabancılara sağlanan getiri düzenli olarak artmıştır. Böylece 1984-19 döneminde yabancılara; 48,7 milyar dolar kar, 85 milyar dolar portföy kazancı ve 174,5 milyar dolar tutarında faiz ödemesi yapılmıştır. Bu kazançlara ilave olarak bir de kur kazancı (dışarıdan getirilen dövizin bozdurulduğundan daha düşük kurdan geri alınabilmesi) sağlanmıştır. Nitekim, Hazine'nin cari iç borçlanma faizleri üzerinde yaptığımız hesaplamalara göre, yabancılara 1990-99 döneminde cari dolar kuru artışının yüzde 35,6, 2000-09 döneminde ise yüzde 18 üzerinde daha fazla getiri sağlanmıştır. 2010-19 döneminde faiz getirisinin yanında kur kazancı elde edilemediği, hatta elde edilen faiz gelirinin bir kısmının kur artışları nedeniyle eridiği anlaşılmaktadır. Böylece bu dönemde, en azından faiz getirili varlıklar için dış kaynak girişindeki azalmanın önemli bir gerekçesi ortaya çıkmaktadır.

Diğer taraftan, 1990’lar sonrasında neredeyse tüm gelişmekte olan ülkelere adeta dayatılan; bağımsız merkez bankası, enflasyon hedeflemesi ve yüksek rezerv bulundurma stratejilerinin küreselleşme bağlamındaki anlamı da tablo yardımıyla anlaşılabilmektedir. Enflasyon hedeflemesinin getiri hesabının dönem başında (exante) yapılabilmesini, yüksek rezervin ise bir anlamda kur garantisi sağlamayı amaçladığı söylenebilir. Bunları gerçekleştirecek bir merkez bankasının ise siyasi iktidarın olası popülist taleplerinden bağımsız hareket edebileceği bir yasal zemine yani bağımsızlığa sahip olması gerekecektir.

Yüksek dış borçluluğun getirdiği dış kaynak bağımlığı bu noktada devreye girmekte, adeta neoliberal paradigma ve onun küreselleşmesiyle uyumlu kalmayı zorunlu hale getirmektedir. Küresel sermaye ve/veya kurumlarla uyumlu hareket etmeyi zorunlu kılan faktör ise dış borç stokunun büyüklüğüdür. 1984 sonrası dönemde düzenli olarak artan ve 2020 yılı sonunda 435 milyar doları aşan ve çevrilmesi gereken dış borçlar, bu zorunluluk için yeterince gerekçe sunmaktadır.

Yüksek döviz rezervi bulundurmak, küresel sermayeye bir tür garanti/güven verme işlevi görmektedir. Özellikle rezerv olarak tutulan altın dışındaki varlıklar/döviz ise bu dövizleri üreten ülkelere senyoraj geliri imkanı vermektedir. Genellikle dolar olarak tutulan bu rezervler sadece ABD’ye senyoraj geliri sağlamakla kalmamakta, bu rezervler çoğu kez ABD’de ve ABD tahvillerinde tutulduğu için ayrıca bu ülkeyi de finanse etmektedir. Genellikle bu rezervlerin edinilme maliyetinin altında bir getiriyle ABD tahvillerine yatırılması da ülkenin ayrıca bir kayba uğramasına neden olmaktadır. Türkiye’nin buradaki açıklamalara paralel bir süreç yaşadığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Küreselleşme ve Kişi Başına Veriler

Diğer taraftan Tablo 1’de yer alan toplam nitelikteki değerlerin, nüfus artışları ve kişi başına düşen gelirlerdeki gelişmeler dikkate alınmadan değerlendirilmesi eksik kalacaktır. Bu amaçla Tablo 2 hazırlanmıştır. Buradan kişi başına mal ve hizmet ithalatı ile kişi başına dış borç ve döviz rezervlerinde belirgin bir artış yaşandığı görülmektedir. Kişi başına dış borç faiz ödemelerinde de artış olmakla birlikte, küresel düzeyde faizlerin çok düşük düzeyde seyrettiği 2010-19 döneminde sınırlı bir azalma dikkati çekmektedir.

TABLO 2: TÜRKİYE’NİN KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE SUNDUKLARI 


Kaynak: TÜİK verilerinden yararlanılarak hazırlanmıştır.

Küreselleşme sürecinin Türkiye’yi etkilediği kanalları ve etki düzeyini değerlendirmekte kullanılabilecek bir diğer gösterge de kişi başına düşen (dolar) gelire oranla verilerdir. Kişi başına düşen gelire oranla en fazla artan ve en yüksek düzeyde bulunan gösterge dış borç stokudur ve 2011 sonrasında düzenli olarak artmıştır. Mal ithalatı oranı ile rezerv oranlarında 1993 sonrası genel eğilim artış yönünde olmuş ancak, 2008 sonrasında bu eğilimde yavaşlama görülmüştür. Hizmet ithalatı ile faiz ödemelerinin oranı ise hâlâ yüzde 4’ün altında bulunmaktadır.

Görüldüğü gibi, gerek kişi başına veriler gerekse kişi başına düşen gelire oranla veriler de Türkiye’nin fazlasıyla küreselleştiğini ve kendisine yüklenen rolleri gerçekleştirdiğini ortaya koymaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye’nin; küreselleşme sürecine önemli oranda entegre olduğu, bu süreçte küresel aktörlere farklı kanallardan kazanç imkanları sunduğu, dışarıya hem mal/hizmet hem de kaynak yönünden daha fazla bağımlı hale geldiği söylenebilir. Böylesi bir sürecin varlığı ve devamının ise önemli ölçüde vatandaşlara, borçlanarak da olsa, gelirinden daha fazla tüketme imkanı sağlanması, girişimcilerin daha çok ticarete konu olmayan alanlardan yüksek gelirler elde etmesi, ülke ve ekonomi yönetiminin ise iktidarını sürdürmesiyle mümkün olduğu söylenebilir. Ancak gelinen noktada;

√ Ne küresel düzeyde küreselleşmenin aynı hızda sürdürülmesi,

√ Ne Türkiye düzeyinde vatandaşların gelirlerinin üzerinde tüketmeye devam edilebilmesi,

√ Ne girişimcilerin eski kar düzeylerini koruyabilmesi,

√ Ne de devletin popülizmi daha fazla sürdürebilmesi,

olası görünmemektedir. Dolayısıyla Türkiye’nin güzel bir serabın sonunda, zorlu bir çöl yolculuğunun başında bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Son söz: Tamamını görmediğin senaryoda figüran olma...