Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Türk oyuncular Cannes'da
Türk oyuncular Cannes'da
Meryl Streep'in gözyaşları
Meryl Streep'in gözyaşları
123456789
Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Erkan Yolaç hayatını kaybetti
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Türk oyuncular Cannes'da
Türk oyuncular Cannes'da
Meryl Streep'in gözyaşları
Meryl Streep'in gözyaşları
123456789

BİR ALBERT CAMUS VARDI, HÂLÂ YAŞAYAN

Bu yazı geçen hafta yazılmalıydı. Çünkü 4 Ocak 2023 tarihi, Camus’nün 63. ölüm yıl dönümü idi. Zaman üzerine peş peşe iki yazı yazmam gerektiği için bu yazı bir hafta sonraya, yani bugüne kaldı.

Camus, sanatçı-filozof olarak saçma ile başkaldırı felsefesi ve edebiyatının kahramanı. 1913 yılında Cezayir’de doğdu. Fransız asıllı olduğu için Cezayir’i çok sevmesine rağmen orada yalnız ve yabancı kaldı, Cezayir sahillerinde bir yabancı ve yalnızdır. Fakirlik içinde ve babasız geçen bir çocukluk hayatı yaşadı. Camus’nün doğumunun üzerinden bir yıl bile geçmeden babası, Marne Savaşı’nda öldüğünde 29 yaşındaydı. Camus, 40 yaşındayken babasının mezarını bulur, mezar başında şu düşüncelere dalar:

“Taşta (mezar taşı) babasının doğum tarihini bu sırada okudu, bu tarihi bilmediğini de böylece ayrımsadı. Sonra iki tarih okudu, ‘1885-1914’, ve kendiliğinden bir hesap yaptı: Yirmi dokuz. Birden bir düşünce takıldı kafasına, bedeninde bile sarstı onu. Kırk yaşındaydı. Bu taşın altında yatan ve babası olmuş olan adam kendisinden daha gençti. Ve bir anda yüreğini dolduruveren sevgi ve acıma dalgası, oğlu ölmüş babanın anısına doğru götüren ruh devinimi değil, olgun bir adamın haksız olarak katledilmiş çocuk karşısında duyduğu çalkantılı acımaydı -burada bir şeyler doğal düzene uymuyordu ve doğrusunu söylemek gerekirse, düzen diye bir şey yoktu, oğulun babadan daha yaşlı olduğu yerde çılgınlık ve kargaşa vardı yalnızca… Yirmi dokuz yaşında, o da kırılgan, acılı, gergin, istemli, istekli, düşcül, alaycı, gözüpek değil miydi? Evet, bunların hepsiydi ve daha pek çok şeydi, kısacası bir insandı”.

Doğal düzen ile doğal düzene karşıt olarak oluşturulmuş ve adına tarih denilen düzen arasındaki çelişki, bu çelişkinin hiçbir biçimde dengeye kavuşamaması, tarihsel alanda düzen yokluğuna neden oluyordu. Bunun içindir ki Camus, tarihsel olana karşı doğal olanı, kötülüğe karşı iyiliği, çirkinliğe karşı güzelliği, savaşa karşı barışı, adaletsizliğe karşı adaleti savundu, belki bir denge ve düzen olur diye. Bunun için yaşadığı onca olumsuzluktan, fakirlikten hep olumlu düşünceler çıkarmayı denedi. Camus, Tersi ve Yüzü adlı hacmi dar ama içeriği derin kitabında açıkça söylüyor: Sefalet, “güneşin altında ve tarihte her şeyin iyi olduğuna inanmamı önledi; güneş de tarihin her şey olmadığını öğretti bana”. Ve devamla, ailede yaşanan fakirlik ve sefalet “her şeyden yoksun” ve “hiçbir şeye göz dikmeyen” bir sefalettir ve kendisinde hasedin yokluğunu buna bağlar. Çünkü “varlık fazlalığı başlar başlamaz yok olan özgürlük”, Camus ve ailesinin aradığı şeydir. Evet, varlık fazlalığı yani zenginlik, lüks ve şatafat demektir. Konfor demektir ve bütün bunlar, mayası aynı olan hamurun yani bütün insanların insani olandan uzaklaşmaları da demektir. İşte bu aile, “okuması ve yazması bile olmayan”, “ağırbaşlı, sessiz, doğal ve yalın gururuyla” en yüce değerleri veren bir ailedir. Yoksa başka türlü nasıl “Tanrısız Aziz” olunur ve bence Camus’nün denediği, Tanrısı Aziz olmaktır. Camus, olumsuz olanı olumsuz olana çevirmenin örneğidir.

Bütün olumsuz koşullara rağmen, Camus’yü “dünyaya fırlatan” bir adam vardır, bir öğretmen. Camus’yü lise ve kolej burslarına öneren öğretmen. Camus’nün aileden izin alması öyle kolay da değildir. Çünkü büyükanne tavrını koyar: “Bu masal da neymiş böyle?” Oysa annenin gözünde Camus akıllıdır. Büyükanne, “akıllı olsun olmasın, gelecek yıl çırak verecektik. Biliyorsun ki paramız yok. Haftalığını getirir”. Aslına bakılırsa pek çok kişinin hayatından kesitlerdir bunlar. Ve kim bilir böylesi hayatlardan çıkamayan ne kadar çok Camus var aramızda… Ve yine bir öğretmenin dokunuşuyla hayat bulmuş ne kadar çok Camus var aramızda…

Camus denildiğinde aklımıza saçma ve başkaldırı gelir. Yabancı ve yalnız adam gelir. Dayanışma ve başkaldırı gelir. Camus denildiğinde akla tiyatro, roman, piyes gelir. Camus denildiğinde akla sanat ve sanatçı gelir. Camus denildiğinde akla, “tek ciddi sorun olan intihar, yani hayatın yaşanmaya değip değmeyeceği sorunu, yani hayatın anlamı sorunu” gelir.

Camus, Yabancı’da yalnız ve yabancıdır. Kimsenin dilini bilmez, hatta doğanın bile. Neden adam öldürür? Hiçbir makul nedeni yoktur. Çünkü hayata anlam katan değerler dünyası diye bir dünyanın dışındadır ya da öyle bir dünya yoktur. Şimdi’yi yaşar ve duyum dünyasına bağlıdır. Başına neler gelebileceği biçimindeki bir soru onu ilgilendirmez. Zira gelecek diye bir şey yoktur. Bütün zamanlar aynıdır, şimdi ölmekle daha sonra ölmek arasında hiçbir ayrım bulunmaz. Çünkü ölecek olan kendisidir.

Böylesi bir dünyada bütün eylemler eşittir. İyi ve kötü yoktur. Güzel ve çirkin diye bir ayrımdan bahsedilemez. Ama Camus ya da kahramanı Meursault, iki yüzlü davranmaz, yalan söylemez, ne ise o dur. Beklentisi yoktur, hesap kitap yapmaz. Ama hiçbir değerin olmadığı bir dünyada yaşamak da nedir? Elbette duyum dünyasına bağlı olan ve ölmek zorunda olduğunu bildiği için yaşama deneylerinin sayısını artırmak isteyen insan, sadece bununla yetinebilir mi?

Nicelik ile nitelik arasında ters orantı vardır. Don Juan’ın tavrındansa yoğun ve derin bir aşk daha değerlidir. Kılıktan kılığa giren bir aktördense kişiliği olan bir rol ile özdeşleşmek daha iyidir. Bir sürü toprak kazanmanın ne kıymeti vardır. Saçmanın dünyasına esir olmak ve ona karşı onu aşacak eylemler gerçekleştirmeden yaşamak, Camus’nün kabul edebileceği bir şey değildir. Yabancı ve Sisifos Söyleni’ni Veba ve Başkaldıran İnsan ile aşar.

Yabancı ve Sisifos Söyleni’ni aşmak demek, bunlar yerine Veba ve Başkaldıran İnsan’da yalnızlık yerine dayanışmayı, saçma yerine başkaldırıyı, kötülük yerine iyiliği, ölçüsüzlük yerine ölçü ve dengeyi koymak demektir. Başkaldırı, hayır diyen insanın tavrıdır ve bu tavırda insan sadece kendisini değil, bütün insanları bulur ve “Başkaldırıyorum, öyleyse varız” der. Çünkü başkaldırı, sadece kendimizin adaletsizliğe uğramasından ya da sadece kendimizin ezilmiş olmasından doğmaz. Başkaldırı, herkes için adalet isteğinden doğar. Başkaldırı, saçma aşamasının öznelliğini aşan bir evrenselliğe sahiptir. Onun için saçma aşamasında bulunmayan değer duygusu ve ona göre eylemde bulunma başkaldırıda evrensel bir değer peşinde olmayı gerektirir. Bundan dolayı da başkaldırı insancadır. İster hiçbir sonuca ulaşmayan Sisifos’un tavrı olsun isterse Zeus’ten ateşi çalıp bütün güç ve kuvvetlerin insana geçmesini sağlayan Prometheus’un başkaldırısı olsun, hep insancadır.

Dünyanın ve hayatın saçma oluşunu kavrayan ve ona hayır diyen her başkaldırı, Camus için gerçek anlamda bir başkaldırı sayılmaz. Nasıl ki Sisifos Söyleni’nde Don Juan’nın, Aktör’ün, Fatih’in başkaldırısında eksik bir şeyler varsa Başkaldıran İnsan’da incelenen tarihsel başkaldırıların pek çoğunda da eksiklikler vardır ve onlar, başkaldırıda önemli olan sınır ve dengeyi ihmal etmişlerdir. Adam öldüren katiller, kimi nihilist ve anarşistler, kral öldüren devrimler bunlardan bazı örneklerdir. Ama asıl olarak Naziler ve Marksist Devrim Camus’nün eleştirilerinden pay alır. Çünkü Naziler sadece adam öldürmüşlerdir. “Tanrı’nın hakkını Sezar’a veren” Naziler, Tanrı yerine Hitler’i koyarlar. Naziler, akıldışı olanı Tanrısallaştırırlar ve onun adına her şeyi mubah görürler. Faşistler için “hiçbir şeyin anlamı bulunmadığı, tarihin de gücün rastlantısından başka bir şey olmadığı düşüncesi üzerine bir devlet kurdular” der ve tarihi, “yaban gücün rahatça at koşturabileceği” bir alan olarak gördükleri için akıl dışı devlet terörüne ulaştılar diye devam eder. Böyle bir devlet terörü nihlisittir ve hiçbir değer tanımaz. İnsanlığa hitap edebilecek evrensel hiçbir mesajları yoktur ve bütün eylemleri, insanlık suçudur. Komünist Devrimi eleştirse de “Alman ordusu, Moskova’yı işgal etse bile komünizm kendi amaçlarını Hitlerciliğe kabul ettirebilirdi. Çünkü komünizm bir dünya imparatorluğu fikrine sahiptir” diyerek bir karşılaştırma da yapar. Komünizm de bir devlet terörüdür. Çünkü haksız yollara başvuran bir hareket haklı bir amaç için kurulmuş olamaz. Bilimsel olmayan ama bilimci olan Marksizm, tarihin sonu olarak ortaya koyduğu düşüncelerinde de “her istediğini yapabilme, bir yıldırı ilkesini” benimsemiş olmaktadır. Devlet ortadan kalkacaktır ama devlet ortadan kalkıncaya kadar da güçlü ve egemen olmayı istemektedir komünistler. Bu ise Camus için “imparatorluğu ve köleliği benimsemek üzere başkaldırıdan vazgeçmek” anlamına gelir.

Camus’nün dostlarının başında Sartre ve Simone de Beauvoir vardır. 1952’de yayınlanan Başkaldıran İnsan’da Marksist Devrim eleştirisi, iki dostun arasını açar. Camus-Sartre Çatışması adlı kitapta aralarındaki polemik güzel bir şekilde dile getirilir. Les Temps Modernes adlı dergide karşılıklı olarak yazdıkları makaleler, bu çatışmanın ve dostluğun nasıl bozulduğunu anlatır. Simone de Beauvoir, Mandarinler adlı romanında bu dostluğun bozulmasına ilişkin ipuçları verir. Dostluğun bozulmasına ilişkin magazinvari değerlendirmelerin pek kıymeti yoktur aslında. Sorun, ideolojiktir ve Sartre, Camus’ye nazaran Marksistler tarafından eleştirilse de ve bu eleştirilere Varoluşçuluk Bir Hümanizmadır adlı küçücük kitapta cevap verse de Marksizm'e daha bağlıdır. Derin bir dostluk kesintiye uğramıştır ve elbette ikisi de bundan mustariptir. Çünkü Camus’nün ölümü üzerine Sartre şunları yazar: “Dargındık; dargındık- hiç görüşmeyecek bile olsak- bir şey değil; olsa olsa içinde bulunduğumuz dar, küçük dünyada, birbirimizi gözden kaçırmadan ve birlikte yaşamak bir çeşit. Bu, onu düşünmeme, okuduğu bir kitap sayfası ya da gazete üzerindeki bakışını duymama ve kendi kendime ‘Ne diyor? Şu anda ne diyor?’ dememe engel değildi”. Bu sözler, samimi itiraflardır da.

Camus, 47 yıllık yaşamına çok şey dahil etti ve kendisinden sonra gelenlere kendisini yad edecek bir külliyat bırakarak aramızdan ayrıldı. Hem de saçma bir trafik kazası sonucu, kendisinin en saçma ölüm olarak adlandırdığı bir kaza sonucu. Kazaya ilişkin yapılan bazı spekülasyonlar var. Marksizm eleştirisi Sartre ile dostluğunun bozulmasına yol açtı açmasına ama kaza süsü verilmiş bir ölüme de mi neden oldu? Elbette bunu bilmiyoruz ve bilemeyeceğiz de. Ama bildiğimiz bir şey var; duygulu, samimi, doğaya düşkün Camus, ille de yaşamak gerekir diye diretti. Hem de bütün umutsuzluklara, saçmalıklara, kötülüklere rağmen… Ve Camus yaşıyor…