Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Türk oyuncular Cannes'da
Türk oyuncular Cannes'da
Meryl Streep'in gözyaşları
Meryl Streep'in gözyaşları
Boşandı, daldan dala konuyor
Boşandı, daldan dala konuyor
123456789
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Türk oyuncular Cannes'da
Türk oyuncular Cannes'da
Meryl Streep'in gözyaşları
Meryl Streep'in gözyaşları
Boşandı, daldan dala konuyor
Boşandı, daldan dala konuyor
123456789

İNANÇ, İDEOLOJİ VE SİYASET

I

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, gündelik yaşam inanma fenomenine gömülü bir yaşamdır. Kendimize, anne-babamıza, diğer insanlara, toplumsal değerlere, doğaya, doğadaki olağan akışa güven duyar ve inanırız. Diğer insanlarla girdiğimiz ilişkide çıkan sorunlar, doğanın olağan akışını sekteye uğratan doğal afetler vb. onlara yönelik inançlarımızı sarssa da, eylem için gerekli olan inanmayı tümüyle terk edemeyiz; terk edersek yaşam kaosa dönüşür. Gündelik/pratik hayattaki güven duygusundan köken alan inanmanın, kompleksleştiği alanlar da söz konusudur; bunların en önemlileri, politik ve metafizik inançlardır. Bu açıdan insanın, gündelik yaşama dönük inançlarının yanında, politik ve dinsel inançlara da sahip bir varlık olduğunu söylemek gerekir. Nerede insan varsa gündelik inançlar gibi bu inançların da var olduğu görülür. Bu türden inançların fenomenolojik temelinde ne ya da neler yatmaktadır? Bu inançları gündelik inançlarımızdan ayıran unsurlar var mıdır? Varsa nelerdir?

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki, İnsan yetişkinliğe doğru adım attıkça, etrafındakilerin, sevdiklerinin ve güven duyduklarının tüm sorunlarını çözemediğini, acı da olsa kavrar. Bu, insan olarak yetersizliğin ilk duyumsanışı anlamına gelir ve her insan bu duyguyu bir biçimde yaşar. Yine doğa, yer yer onu şaşırtır; deprem, sel, tsunami, vb. aracılığıyla kaosa neden olur. Bu kaos doğa karşısındaki yetersizliğini pekiştirir. İşte bu yetersizliği aşmak gerekmektedir ve bu yetersizliği aşma biçimlerinin, Uluğ Nutku’nun kavramsallaştırmasıyla söylersek, yüceltmeyle birlikte aşmaca inançlar üretimindeki etkisi inkâr edilemez. Bu yetersizlik ile insanın sosyal yaşamı ve doğal yaşamının temeline oturan inanma ve güvenme, insanın üç boyutlu zaman algısıyla gelişerek daha da karmaşık bir hale dönüşür. Doğal dünyada zaman tek yönlüdür; ileriye doğru akar ve geriye döndürülemez. Oysa insan, zamanı, her daim şimdide teneffüs etse de, aynı anda hem geçmiş hem de gelecekte yaşar. Geçmişi açısından o, insan ve doğayla girdiği ilişkilerden türettiği acı, tatlı anılarla yüklüdür; bu anılar, şimdiye ve geleceğe dönük inançlarına köklü bir biçimde etki eder. Şimdiden yola çıkarak geçmişe ve geleceğe dönük öyküler oluşturur ve oluşturduğu öykülere duyduğu inanç, şu ana olan bağlılığını güçlendirir ya da zayıflatır. Yine insanın geleceğe dönük tasarımları ve idealleri vardır; bu idealler ve tasarımlar kendine, topluma ve doğaya duyduğu inançla iç içe örülmüştür.

II

İnsanın yetersizliğinin, tarihselliğinin, anısallığının yanında, gelecek kuran, gelecek tasarlayan bir varlık oluşu, onun aynı zamanda, eksikliklerini aşmaya çalışan umutvar bir varlık olduğunun göstergesidir. Umudun olduğu yerde, korkuların ve endişelerin kök salması kaçınılmazdır. İşte geleceğe duyulan umut, geleceğe ilişkin özlem, geleceğe ilişkin korkular, insanın eksikliği ve eksikliği aşmaya yönelen hayal gücüyle birleşince, geleceğin inşasına yönelik aşmaca çabaların ortaya çıkmasına yol açar. İnsanın zamanın bu üç boyutunda yaşayışı, inanma fenomeninin yaşamında daha derin bir biçimde kök salmasına neden olur. Fenomenolojik bir öz olarak insan ilişkilerinden ve kendi yetersizliğinden soyutladığı güven temelli inanma, bu aşamada farklı formlara bürünmeye başlar. Bunun etkisini takdir etmek için, bir insanın gelecek umudunu ve inancını yitirdiğini düşünmek yeterlidir. Bu umut yitimi, inanç yitimi, insanı edilginleştirir; üretimine ket vurur. İnsan şimdikinden, elinde olandan, sahip olduğundan daha iyi bir yaşamın olası olduğunu düşleme yeteneğine sahip olduğu için, eksikliklerini aşmak, olumsuzlukları gidermek için umutvar yeni tasarımlar üretmeye yönelir. Bu inançlar, genellikle politik ve dinsel inançlar olarak ortaya çıkar. Bunlara, geleceğe dönük umudun, geleceğin gizinin beslediği fal, astroloji vb. duyulan inançlar da eklenebilir. Bu yönüyle insanın zamanın üç boyutunda yaşaması, duyular, zihnin ve hafızanın yanında hayal gücünün olması, şimdinin sorunlarını göğüslemede, eksikliğini gidermede katkılar sunduğu gibi, sorunları aşmak için, Uluğ Nutku’nun deyişiyle çeşitli “yersel ve aşkın aşmacalar” üretmesine neden olur. Bu aşmacalarla insan, ontolojik anlamda, kendisinin ve real dünyanın sınırlarını aşar; başka bir ontolojik düzleme geçer. İnsanın hayal gücü bu açıdan oldukça verimli olanaklar sağlar. Geçmişten beri, felsefe yazınında dinsel inançların insanın hayal gücüyle ilişkilendirilmesi nedensiz olmasa gerekir. Hayal gücünün, etkisini takdir edebilmek için hayal gücüyle ilişkili olan rüya, sanat, edebiyat, mitoloji gibi ürünleri incelemek yeterlidir. Epistemolojik olarak insanın hayal gücünden esin alan bu aşmacaların ucunu kestirmek, insanın bu konudaki ürettiklerine bakılırsa, hiç de kolay değildir. Bu aşmacalar, insanın tarihsel serüveninde çok çeşitli formlar almıştır. Politik inançlar, yaşamda karşılaşılan sorunları bu yaşamda aşmaya dönüktür; bu yönüyle insana, eksikliklerini aşma konusunda dayanışma yoluyla umut ve yaşama tahammül etme gücü verir. Bunlar yeryüzü aşmacalarıdır. Bu nedenle olsa gerek, barışçıl bir dünya kurma umuduyla mücadele yürütürüz, adil ve kardeşçe bir yaşam için tasarımlar üretiriz. Hatta politik yeryüzü aşmacası olarak ütopyalar kurarız. Bu politik tasarımlara yaşamlarını koyan, onu gerçekleştirmek için savaşım veren insanların sayısı hiç de az değildir. İnsanlık gelişiminin pek çok boyutunu bunlara borçludur. Tanrı’ya ve dinsel olana dönük inançlar ise, sorunların bu dünyada aşılamayacağına inanmanın bir sonucu olarak sorunların çözümünü hayal gücü yardımıyla genelde öte dünyaya ertelemek; insansal aczi itiraf etmek demektir. Kendisinin eksikliğinin ve yetersizliğinin farkında olsa bile, bunu insan türü olarak birleşerek aşabileceklerine inananlar, aşkın aşmacalara meyletmezler. Bunlar dünyevi aşmacalarla kendi eksikliklerini tamamlama yoluna giderler ve genelde aşkın inancı olmayan ateist insanlar olarak anılırlar. İnsandan umudu olmayanlar, kendi eksikliklerini kendi türündeki varlıklarla aşamayacaklarına inananlar, insan aklını ve gücünü küçümseyenler, sorunları aşmak için, bir tür yansıtmayla üstün bir güce yönelirler ve adaleti ve hakikati öte dünyaya ertelerler. Hatta bu yaklaşımlarını politik bir söyleme bile dönüştürebilirler. Dinsel kökenli siyasetin, mehdi ve mesih inancı, Tanrı devleti vb. tasarımların bunun bir göstergesi olduğu söylenebilir. Politik ve dinsel inançlar, var olan sorunları aşmaya dönük olsalar da, halis dinsel inançların, politik inançlardan daha kompleks bir yapıya sahip olduklarını belirtmek gerekir. Onların insan yaşantısından köken alan ve fakat metafizik alana yansıtılan pek çok boyutu ve formuyla karşılaşmak olasıdır.

III

Tanrı inancından esin alan dinsel inançların, yetersizlik, umut ve korkuyla bağı açık olsa da, bu yetersizlik, umut ve korkuda şuana ve geleceğe duyulan kaygılar kadar ve belki de daha fazla, insanın ölüme yazgılı bir varlık oluşunun etkisinin olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlamıyla, dinsel inançların insanın ölüm korkusunu aşmak, ölümsüzlüğü aramakla köklü bir bağı bulunmaktadır. Pek çok insan ölümü, Tanrı ve ölümsüzlük inancıyla aşmaya çalışmaktadır. Bu korkuda, doğada yer yer karşılaşılan olağan dışı durumların ortaya çıkışı, deprem, sel, yıldırım gibi felaketlerin insan yaşamını altüst etmesi, insana ve üretimlerine zarar vermesinin de etkisinin olduğu söylenebilir. Özellikle halk inanışlarının yapısı irdelendiğinde, doğal felaketlerin Tanrı tarafından ibret ve deneme olması bakımından meydana getirildiği inancıyla, cennet ve cehennem tasarımlarının köklü rolünün oluşu bunun açık kanıtı olsa gerekir. Yine bu durumun yeryüzündeki adaletsizlikleri aşma çabasına da işaret ettiği söylenebilir. Bu halk inanışının, acıları göğüsleme, acılara direnme ve onları aşmadaki katkısı inkâr edilemez. Bu duruma dikkat çeken Howard Selsom şöyle der:

“İnsanların bir Tanrı’ya inanmalarının ve bu inancı üstün tutmalarının nedenlerinden birisi, ölümsüzlük isteğidir. Hangi sürecin sonunda insanların ölümden sonra bir hayata inandıkları hala bir tartışma konusudur. Bu isteğin bazı nedenleri uygarlık tarihinde bulunabilir. İnsan yığınları için hayat genellikle mutlu geçmemiştir. Yoksulluk, güvensizlik ve sıkıntı insanlığın çoğu için geçerli olmuştur. Devamlı yinelenen açlık ve salgın hastalıklar, insanın sefaletini de artırmıştır. İnsanlar çok şey istemiş, az şeye ulaşmıştır. Doğum ve mezar arasındaki kısa süre içinde sürekli zahmet ve acı çekmenin ne değeri olabilir? İnsanlar herhalde bunun için dünyaya gelmediler! Bu nedenle bu dünyanın, daha iyi bir başka dünya, bir cennet için bir deneme ve bir hazırlık aşaması olduğunu düşlediler. Bu dünyanın şiddetle eksikliğini duyduğu şeylerin cennette bulunduğu düşü yaratıldı. Çölde yaşayan Müslüman için Kuran’da keyifli bir gölgelik ve akan dereleriyle cennet anlatılır. Amerikalı Kızılderili için bir sürü avlanacak avı olan ve düşman bulunmayan bir mutlu avlanma alanı anlatılır. Bir Cizvit rahibinin, cennette ayıbalığı bulunduğuna dair dürüstçe yemin edemediği için bir grup Eskimo’yu Hıristiyan yapamadığı öyküsü anlatılır. Bu kutsal evrene ya da cennete ilişkin çok daha ustalıklı bir kavram Alman filozofu Fichte’nin düşüncesinde bulunur. Ona göre maddi dünyamıza benzemeyen kutsal dünya isteklerimizin gerçekleştiği, çabalarımızın boşa çıkmadığı ve istenilen her şeye, yalnız istenildiği için ulaşılan bir yerdir. (…) Fakat cennet başka amaçlara da hizmet eder. Tanrı kesinlikle adil bir Tanrı olmalıdır. (…) Yeryüzünde adalet yoktur. Günahkârların, sömürenlerin yeryüzündeki kısa mutluluklarından dolayı acı çekecekleri ve burada acı çekmiş olanların orada ödüllendirileceği başka bir yaşam kesinlikle olmalıdır.”

Dünyevi ve insansal olan yetersizlik, adaletsizlik, umut ve korku gibi fenomenlerden, özellikle ölüm korkusundan köken alan ve bunları aşmaya yönelen Tanrı inancının, politik tasarımlar ve evrene ilişkin çeşitli yaklaşımlarla iç içe sokularak zaman içinde karmaşık bir yapıya büründürüldüğü anlaşılmaktadır. Bu yüzden, sosyal normların, ahlak kurallarının, yönetsel erkin din ve Tanrı inancıyla ilişkilendirildiği dinsel tasarımlar hiç de az değildir. Yine pek çok dinde, evrene, evrendeki olağan ve olağan dışı akışlara yönelik atıflar yapıldığı, doğaya tıpkı insan yapıp-etmelerinde olduğu gibi hayal gücünün yardımıyla çeşitli amaçlar (teleoloji) yüklendiği, nasıl insan dünyasında insan yapıp etmelerinin öznesi varsa, tıpkı bunun gibi evrenin bir yapıcısının bulunduğu düşüncesinin geliştirildiği görülür. Bu yönüyle insan yaşamından edinilen tecrübelerin, bir analojiyle evrene ve tanrısal olana aktarıldığı söylenebilir. Öyle görünüyor ki, dinsel inançlar, insanın psikolojik yaşantısında yer alan yetersizlik, umut ve korkudan esin alsalar da, politik ve entelektüel kültürü de zaman içerisinde kendisine eklemlemişler, bu politik ve entelektüel kültüre önemli dinsel roller yüklemişlerdir. Burada özellikle bilinmezliğin rolünün abartıldığı söylenebilir. Dinin politik ve kültürel işlevini, ilkçağ ve ortaçağ dinsel metinlerinde ve toplumsal yapılarında açıkça görmek olasıdır. Özellikle, dinin politik ve kültürel işlevinin, dini eğilimli filozoflarca işlendiğini, her şeyin dinsel temelde örüldüğü toplumlara yönelik politik ve kültürel birikimler inşa edildiğini söylemek olasıdır. Bu anlamıyla, ilk ve ortaçağların bilim, sanat, siyaset, felsefe vb. etkinliklerinde, dinsel güdü ve motifler başat rolü oynamışlardır. Halk dinsel inanışının inceltilmiş, felsefi kılığa sokulmuş biçimi olan teolojik ve metafizik yapılarda, Tanrı’nın evrenin ve varlığın, bir bütün olarak bilgi ve değerlerin ilk nedeni haline getirilmesi, Tanrı inancının bunları açıklamak ve ilk nedenini göstermek için ortaya konan bir aksiyoma dönüşmesine de neden olmuştur. Bu nedenle bu tür yapılarda Tanrı’nın varlığını gerekçelendirmeye dönük, a priori ve a posteriori pek çok tasımla karşılaşılır. Bu tasımlarda, bilinmeyen, anlaşılmayan her şeyin Tanrı ile ilişkilendirildiği, her şeyin dayanağının nedensel dizi sonsuza değin gidemez ilkesiyle Tanrı’da yani bir ilk nedende durdurulduğu görülür. Bu türden yaklaşımlar, insan yaşamında yer alan umut ve korku boyutundan çok, insanın bilişsel boyutunu gündeme getirmeye çalışmışlar, dinsel inancı, insanın bilgisel yetersizliğini bahane ederek, evrene yönelik açıklama sunan entelektüel bir geleneğe dönüştürmüşlerdir.

Kimileri dinsel inancın, umut ve korku boyutunu göremediği, sadece teolog ve dini eğilimli filozoflarca geliştirilen ve genelde bilinmezlikten beslenen bu entelektüel boyutunu ön plana çıkardıkları için, bilimin gelişimiyle, bilgisel boşlukların dolacağı ve Tanrı’ya ve dine dönük inancın yok olacağını, kimileri de onu üretim ilişkilerinden soyutlanan politik tasarımın sonucu olduğunu düşünerek, üretim ilişkileri değişince ortadan kalkacağını düşünmüştür. Aslında, bu her iki düşünce biçimi de, Tanrı’ya ve dine yönelik inancın fenomenolojik özünü ve insanın psikolojik yapısındaki işlevlerini göremedikleri için, Tanrı’ya inançtan beslenen dinsel inanca eklemlenen unsurlardan yola çıkmış gibi gözükmektedirler. Tanrı inancına yapıştırılan eklentiler, Rönesans, Reform ve aydınlanmadan bu yana dinsel inançtan bağımsızlaşsalar da, dini inanç ve ritüeller varlığını kesintisiz sürdürmüştür ve sürdürmektedir. Modern dönemde Tanrı ve dinsel olana inancın azaldığı, ya da bunları yadsıyanların sayısının arttığı görülse de Tanrı’ya ve dinsel olana inanç hala ayaktadır. Bu nedensiz değildir; Tanrı’ya inanma, insani yetersizlik, umut ve korkuyla iç içedir ve özellikle ölüm korkusu bu inancın fenomenolojik köküne oturmaktadır. Ölüm korkusu olduğu sürece inanan insanlar daima olacaktır. Bu anlamda, ateistlerin, ölüm korkusunu yenmeyi başaran inanlar arasından çıktığı görülmektedir. Fakat burada sadece şunu anımsatmak gerekir: Ölüm korkusundan köken alan Tanrı’ya olan inanca yapılmış eklentiler gittikçe ayrılmakta, inanç bireyselleşmekte, Tanrı inancından esin alan din gittikçe bireyin kurtuluşuna, Tanrı ile insan arasındaki kişisel bağa yönelmektedir. Bu Tanrı’ya dönük inançtan esin alan dinsel inancın gelişen süreçte, biçim değiştirdiğini ve değişim ve gelişimle birlikte yeni formlar kazandığını ve kazanacağının bir göstergesi olarak yorumlanmaya müsaittir. Dinsel inancın tarih içerisinde farklı formalara girmesi de açıkça buna işaret etmektedir.

IV

Şu halde yalın olarak insanın sosyal ilişkilerinde ortaya çıkan gündelik inançların güven duygusuna ve bir ölçüde insani çıkarlara bağlı oluşuna karşın, aşkın aşmaca inançların insanın yetersizlik, umut ve korkularından beslendiği söylenebilir. Tek fark bu mudur? Ebette tek fark bu değildir; gündelik inançlar, pratik yaşamın içerisinde sürekli sınanırlar. Bu sınanabilirlik onların deneysel temelli yapılarından kaynaklanır. Örneğin, iletişim kurmaya yöneldiğim kişinin beni anlayacağına inanarak ona günaydın derim. Eğer karşı taraftan tepki alırsam, bu tepkiye bağlı olarak beni anlayıp anlamadığına karar verebilirim. Yine bir insanın beni sevdiğine inanıyorsam, bunu tüketircesine olmasa da, benle olan ilişkisine ve davranışlarına bakarak bu konuda farklı sezgiler edinebilirim. Kuşkusuz onun kalbinin içine bakma olanağımız yoktur; ancak davranışları bize onun içsel tutumlarıyla ilgili pek çok ipuçları verir. Gündelik inançların insan yapısında varlık kazanmaları, belli ölçülerde sınanabilir olmaları, bu inançların hemen her toplumda aynı biçimde var olmasına yol açmış gibi gözükmektedir. Oysa aynı durumu aşkın aşmaca inançlar için söylemek güçtür. Kuşkusuz bu inançların her toplumda farklı formda da olsa ortaya çıkması, onların da insanın varlık yapısından kaynaklandığını düşündürse de, bu inançların sınanabilir nitelikte olmamaları onları büyük ölçüde pratik yaşama dönük inançlardan ayırmaktadır. Bunların sınanabilir nitelikte olmamalarının iki önemli nedeni vardır: İlki, aşkın aşmaca inançlar, nesneleri açısından büyük ölçüde, bildirim olarak insan deney ve tecrübesinin dışına uzanmaktadırlar. Bu nedenle, Tanrı vardır, ruh ölümsüzdür gibi inançların insani olanaklarla doğruluğunun ve yanlışlığının gösterilmeleri imkânsızdır. Fakat bu söz konusu inançların, teistlerin sık sık yineledikleri gibi, epistemik temelinin insanın dışında, yani Tanrı’da olduğu anlamına alınamaz. İkincisi, bu inançların, sosyal yansımaları bulunsa da, epistemik doğaları oldukça bireyseldir. Çünkü bu inançlar, insani bir dille, insanlar tarafından ortaya konmaktadırlar. Dinsel düzlemde bakıldığında, söz konusu inançlar peygamberlere dayandırılmaktadır; peygamberler ise, bunları Tanrı’ya iliştirmektedir. Oysa Thomas Hobbes’un yalın bir biçimde gösterdiği gibi, peygamberin Tanrıyla iletişim kurduğunu düşünmek hem savı kanıt saymak hem de tek kişi olan peygamberin doğru sözlülüğüne güvenmek demektir. Bireysel olan, öznel olan ve hayal gücünden beslenen şeylerin sınabilir olmayacağı kendiliğinden açıktır. Bu sadece bireysel bir kabulden ibarettir. Elbette aşkın aşmaca inançların, yaşamın zorluklarına katlanmak gibi pozitif işlevleri vardır; ama bir şeyin salt bir takım pozitif işlevlerine bakarak doğrulanmış sayılmayacağı açıktır. Muska takan birisinin bunun kendisine iyi geldiğine inanması, muska takmanın doğru bir şey olduğunu kanıtlamaz. Öte yandan gündelik inançların, insan yaşamındaki işlevini yadsıyan insan bulmak olanaksızken, aşkın aşmaca inançları yadsıyanların varlığı inkâr edilemez. Yine bu aşkın aşmaca inançların, din ve mezhep biçimindeki örgütlenmiş biçimlerinin, eğitime konu olduğu, kültürel olarak aktarıldığı; tarihsel süreçte ve hatta günümüzde yer yer çatışmalara yol açtıkları, insanların birbirini öldürmesine değin varan nefretlere neden oldukları bilinmektedir. Yine gündelik inançlar, insanın pratik yaşamını olanaklı kılarken, aşkın aşmaca inançlara eklemlenen ve dinsel inanca dönüşen pek çok unsurun, insani değerlerin ve bilimin gelişimine yer yer ket vurduğu da bilinen bir gerçektir. Bu yönün özellikle, aşkın aşmaca inançlara karşı olanlar tarafından sık sık dile getirildiği görülmektedir. Yine aşmaca inançların, politik bir düzlemde, itaati sağlamak, insanları hizaya getirmek yahut yapılan yanlışları meşrulaştırmak için de kullanımları söz konusudur. Bu kullanımlar, dünyayı tersine çevirir, insanı kendisine yabancılaştırır ve yer yer afyon işlevi de görür. Politikacıların kendi başarısızlıklarını, Tanrı ya da kader ile meşrulaştırmaya çalışmaları, insanların kader ile teselli aramaları bunun ilginç görünümleri arasındadır. Bu durumu gayet iyi çözümleyen Marks şöyle der:

“İnsanı yapan din değil, dini yapan insandır. Gerçekte, din, henüz kendi düzeyine erişmemiş ya da daha önce kendini yitirmiş olan insanın öz-bilinci ve öz-duyumudur. Ama insan, dünyanın dışında herhangi bir yere çekilmiş soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyasıdır, devlettir, toplumdur. Bu devlet, bu toplum, tersine çevrilmiş dünya-bilinci olan dini yaratırlar, çünkü onların kendileri tersine çevrilmiş bir dünyadır. Din bu dünyanın genel teorisi, onun ansiklopedik özeti, halkın düzeyine indirgenmiş mantığı, manevi bir şeref meselesi, coşkunluğu, ahlaki yaptırımı, törensel bütünleyicisi, avuncu ve aklanmasının evrensel temelidir. Dinin özü, insani özün düşsel gerçekleşmesidir, çünkü insani öz asıl gerçekliğe sahip değildir. Dolayısıyla dine karşı savaşım vermek, tinsel kokusu din olan dünyaya karşı, dolaylı olarak, savaşım vermektir. Dinsel açlık, bir yandan gerçek açlığın dışavurumu, bir yandan da gerçek açlığa karşı protestodur. Yaratığı bunaltan içli bir ezgi olan din, tinin dışlandığı toplumsal koşulların tini, kalbi olmayan bir dünyanın ruhudur. O, halkların afyonudur (Sie ist das Opium des Volks.) Dini, Halkın bu aldatıcı mutluluğunu ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemekle eş değerdir. Onun, durumu konusunda yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, onun yanılsamaları gereksinen bir durumdan vazgeçmesini istemektir. Öyleyse, dinin eleştirisi, tohum olarak, halesi din olan bu gözyaşları vadisinin eleştirisidir. Eleştiri, zincirlerin üstünü örten imgesel çiçeklerin yapraklarını yoldu; bunu, insanı imgelem gücü olmayan, umudu kıran, zincirler taşıması için değil, zincirlerini atması ve yaşamın çiçeklerini derlemesi için yaptı. Dinin eleştirisi, insanın yanılsamadan kurtulmuş ve akıl çağma gelmiş bir insan olarak kendi gerçekliğini düşünmesi, kendi gerçekliğini etkilemesi, onu biçimlendirmesi için, kendi çevresinde, yani gerçek güneşinin çevresinde dönmesi için insanı yanılsamadan kurtarır. Din, insan kendi çevresinde dönmediği sürece, insanın çevresinde dönen yanılsamalı güneşten başka bir şey değildir. Öyleyse tarihin görevi, gerçekliğin ötesindeki dünya bir kez ortadan kalktıktan sonra, bu dünyanın gerçekliğini kurmaktır. İnsanın kendine yabancılaşmasının kutsal biçimi bir kez açığa çıkarıldıktan sonra, kutsal-olmayan biçimlerinde kendi- ne yabancılaşmanın maskesini indirmek tarihin hizmetinde olan felsefenin doğrudan görevidir. Böylece cennetin eleştirisi yeryüzünün eleştirisine, dinin eleştirisi hukukun eleştirisine, tanrıbilimin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür.”

Aşmaca inançların, bireysel alandan çıkıp toplumsal ve siyasal alana uzandığında, artık inanç olarak kaldıkları söylenemez; ideolojiye dönüşmüşlerdir. İşte İdeoloji görüntüsünde ortaya çıkan aşmaca inançları kullananların maskelerini düşürmek için, onları eleştirisini yapmak kaçınılmazdır. Aksi takdirde, tanrısal zırhla perçinlenmek istenen çarpıklıkların önüne geçmek olanaksızlaşacaktır.