Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Erkan Yolaç'ın cenaze programı belli oldu
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Ünlü isimlere Gazze tepkisi
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Evgeny Grinko'dan 'Uzun İnce Bir Yoldayım'a yeni yorum
Ücretsiz olacak başvurular başladı
Ücretsiz olacak başvurular başladı
123456789

İslam ve Laiklik: Çatışma mı, Uzlaşma mı?

I
Sık sık şu türden sorularla karşılaşıyoruz: “İslam laik bir sistemle bağdaşır mı?”; “İslam dinsel bildirileri, sosyal, ekonomik, hukuksal, kısacası yaşamsal ilkeler içerdiğine göre, aynı zamanda hem laik hem de Müslüman nasıl olunur?”; “Hristiyan dünyasında doğmuş laiklik İslam’la nasıl bir araya gelir?” Bu türden soruların, amaçları birbirinden oldukça farklı olsa da hem ‘İslamcılar’ hem ‘ateistler’ hem de yer yer ‘Hristiyan yazarlar’ tarafından sık sık gündeme getirildiği görülür. Hatta sosyal medyada Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde bir öğretim üyesinin öğrencilere vize sınavında, “Cehl nedir? Laikliğin İslam’a uygun hukuki bir düzen olduğunu söyleyen cahil midir? Neden?” şeklinde bir soru sorduğu paylaşımı dolaşıyor. Bu soruyu soran öğretim üyesinin ne türden bir yanıt beklediğini bilmiyorum; ancak bir fıkıhçı olduğuna göre, muhtemelen İslam’la laik düzenin uzlaşabileceğini söylemeye çalışanların cahillikle suçlanmasını arzu ediyor olabilir. Cahil gibi değer yargısı içeren sorular sormanın akademiyle bir bağının bulunmadığı, ideolojik bir tutum olduğu apaçık ortadadır. Bu öğretim üyesinin sorusu, üniversitelerin içler acısı halini göstermesi bakımından oldukça uyarıcı olsa gerekir.

İslam ile laik düzenin uzlaşıp uzlaşamayacağı türünden sorulara, tutarlı ve olgusal temellere dayanan bir yanıt verebilmek için, öncelikle laiklik kavramını çözümlememiz, laikliğin nasıl doğduğuna ilişkin kimi belirlenimlerde bulunmamız gerekmektedir. Kavramsal çözümleme ve laikliğin doğuşuna ilişkin kimi belirlenimlerde bulunmadan, İslam ve laiklik ilişkisi konusunda doyurucu şeyler söylemek pek kolay gözükmemektedir.

II
Bana öyle geliyor ki, laiklik kavramını ele alırken, laikliğin birbiriyle az çok ilişkili olmakla birlikte, iki farklı algılanışını birbirinden ayırmak gerekmektedir. Bunlardan ilki, laikliğin total, bir başka deyişle bütüncül kavranışı; ikincisi ise laikliğin, salt bir siyasal/hukuksal sistem yahut din ve dünya işlerinin ayrılması olarak algılanışıdır. Eğer laikliği, evren ve evrendeki varlık, nesne ve olaylara salt insansal olanaklarla yönelmek; onları, maddi ve nesnel ilişkileri içinde kavramak ve öylece açıklamak şeklinde tanımlarsak, laikliği total, yani bütüncül bir bakışla ele almış oluruz. Böylesi bir laiklik kavrayışı, seküler bir paradigmayı (düşünsel çerçeveyi) imler ve bu paradigma, sadece İslam’la değil, kanımca hiçbir dinle bağdaştırılamaz. Çünkü laikliğin bu türden kavranışı, hiçbir tanrısal ilkeye ve açıklamaya yer bırakmaz.

En ilkelinden en gelişmişine değin, tüm dinler, evrene ve evrendeki varlık, nesne ve olaylara, belli bir kutsalın yahut tanrısal ilkenin penceresinden bakarlar. Tektanrıcı olarak bilinen Yahudilik, Hristiyanlık ve İslamiyet’in metafizik tutamakları bakımından ele alındığında, ortak bir düşünsel çerçeveye dayandıkları görülür. Bu düşünsel yaklaşımda, tümel olarak evren ve onun her bir parçası şu ya da biçimde tanrı ile ilişkilendirilir. Bu bakış, tanrı-eksenlilik (teosentrik) diye ifade edilebilir. Eğer düşünce tarihi irdelenirse, laikliğin total/bütüncül algılanışının, bazı düşünürler tarafından benimsendiği; fakat böyle bir düşüncenin, Batı dahil dünyanın hiçbir yerinde kitlesel anlamda kabul görmediği görülür. Bu total/bütüncül kavrayış, kurulu dinleri yadsıyan, evreni kendi nesnel ilişkileri ışığında, iç-işleyişiyle kavramaya çalışan, fakat buna rağmen evrendeki iç-işleyişi, evrimsel süreci ve diyalektik ilişkiyi kozmik bir gücün ya da kozmik bir enerjinin yönlendirdiğini savunan deist, panteist vb. yaklaşımlara da eleştirel yaklaşır. Çünkü burada da nesnel olanı aşan bir güç devreye girmektedir. Laiklik bu türden bir algılanışla ele alındığında onun, bir siyasal/hukuksal sistem olarak varlık kazandığı söylenemez.

Böyle bir sistem, mantıksal açıdan çelişik olmasa da yeryüzünde böylesi bir sistemi benimsemiş, herhangi bir devlet mevcut değildir. Sadece böyle bir paradigmayı benimseyen kimi insanların varlığından söz edilebilir. Laikliğin ikinci tür kavranışı olarak belirlediğimiz salt siyasal/hukuksal bir sistem olarak yahut din ile dünya ayrımı biçiminde algılanışına gelince, bu laikliğin total/bütüncül algılanışından bir ölçüde farklıdır. Bu farklardan en önemlisi, birincisinin yaşayan bir sistem olarak varlığından söz edemezken, ikincisinin yaşayan bir sistem olarak varlığından söz edebilmemizdir. Batı’da, Rönesans’la birlikte, önce bilimsel alanda, sonra da siyasal ve hukuksal alanda kilisenin egemenliğine yavaş yavaş son vermeye başlayan, Fransız İhtilali ve Aydınlanma ile büyük bir sıçrama yapan laiklik, onun total/bütünsel kavranışı değil, kısmi yani siyasal/hukuksal kavranışıdır. Bu kavranış bir sistem olarak, teosentrizmden çok, teokrasinin (din-devleti) karşıtıdır. Kuşkusuz, teokrasinin saf dışı edilişi teosentrik paradigmada belli bir parçalanma yaratmış, bilimin, sanatın, ahlakın, hukukun, eğitimin vb.’nin laik bir paradigmayla algılanmasına zemin hazırlamıştır.

III
Şimdi burada sorulması gereken bir diğer önemli bir soru daha vardır: Laikliğin teokrasi karşıtı olarak görülen ve din ile dünya işlerini (hukuk, siyaset, bilim, eğitim vb.) birbirinden ayıran bir sistem şeklinde algılanışı tektanrılı dinleri niteliksel olarak farklılaştırmakta mıdır? Başka bir deyişle, din ve dünya işlerine yönelme açısından dinler birbirinden farklı mıdır? Bu soruya, iki temel yanıtın verildiği görülür.

İlk yanıt, temelde tüm tektanrılı dinlerin, din ve dünya ayrımına yer vermediği; her tektanrılı dinin şu ya da bu biçimde, dünya işlerine teosentrik paradigma gereği düzenlemeye yöneldiğidir.

İkinci yanıt ise tektanrılı bir din olarak Hristiyanlık’ın din ve dünya işlerini düzenleme açısından, Yahudilik ve İslamiyet’ten köktenci bir biçimde farklı olduğudur. Bu yanıtı benimseyenlere göre, Hristiyanlık özde din ve dünya işlerini birbirinden ayırmıştır; teokrasi karşıtı olarak algılanan laiklik, bu nedenle Hristiyan ülkelerde ortaya çıkmıştır. Bu açıdan laiklik, Hristiyanlık açısından ele alındığında, bir öze dönüş hareketidir. Çünkü Hristiyanlık, ‘Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya’ demektedir. Oysa İslam ve Yahudilik, hayatın tüm cephesini düzenlemeye yönelmiş dinlerdir; bu dinlerin yaygın olduğu ülkelerde laikliğin benimsenilmesi, dine aykırıdır.”

Acaba bu iki bakış açısından hangisi daha gerçekçidir? Bu soruya doğru bir yanıt bulabilmek için Yahudilik ve İslam’dan farklı olduğu söylenen Hristiyanlık üzerindeki bakışımızı bir parça netleştirmeliyiz.

Hristiyanlığın, Yahudilik ve İslamiyet’ten bir parça farklı olduğu reddedilemeyecek bir olgudur. Bu fark, en etkin bir biçimde, anılan dinlerin doğuş koşullarında kendini gösterir. Hristiyanlık, Roma gibi güçlü bir siyasal ve hukuksal yapının egemen olduğu bir ortamda doğmuş; bu durum Hz. İsa’nın başlattığı hareketin daha tam teşkilatlanmadan sindirilmesine ve bastırılmasına neden olmuş, siyasal açıdan bir tehlike olarak algılanan Hz. İsa, kısa sürede yargılanmış ve çarmıhla cezalandırılmıştır. Bu baskılar ve sindirme hareketi, Hz. İsa’nın söylemini önemli ölçüde etkilemiş, onu, sevgiden, hoşgörüden, barıştan bir yana söylem içerisine itmiştir. Hz. İsa’nın “Tanrı devletini” öte dünyaya ötelemesi, “Sezar’ın (yani dünyevi yöneticinin) hakkının Sezar’a Tanrı’nın hakkının Tanrı’ya verilmesi” gerektiği söylemi Hristiyanlığın doğduğu koşulların ürünüdür.

Yahudiliğe gelince onun özde, Mısır firavununa başkaldırı ve Mısır’dan kaçış eksenine oturduğu görülür. Mısır’da baskıdan ezilmiş İsrailoğulları'nı baskıdan kurtaran ve onları seçilmiş yurda götürüp, orada yeni bir sosyal yapıyı kurmaya yönelen Hz. Musa, toplumsal önder olmanın avantajını yaşamış ve bu durum, Yahudiliğin dünyevi yaşamı düzenleyen pek çok yaptırım içermesine neden olmuştur. Bu olguda, Yahudi krallarının pek çoğunun peygamber olarak görülmesi de önemli bir etken olmuştur. Talmut geleneği irdelenirse, Yahudiliğin açıkça insan yaşamının hemen her bölümünü düzenlemeye yönelik kurallar içerdiği gözlenir. İslam’ın, doğuş koşulları açısından ele alındığında, hem Yahudilik hem de Hristiyanlıktan bir parça farklı olduğu söylenebilir. Bu fark, Hz. Muhammed’in hayatının iki ayrı safhaya ayrılmasından kaynaklanmaktadır. Bunlardan ilki, Mekke dönemidir (610-622). Bu dönemde Hz. Muhammed, peygamberlik iddiasında bulunduğu için, Mekkeli tüccar aristokratlarca baskıya uğrayan bir insan konumundadır ve Hz. Muhammed’in bu döneme ilişkin söylemi, Hz. İsa’nın söylemine oldukça yakındır. Topluma yönelik bir protesto hareketini örgütleme girişiminde olsa da bir ölçüde bu örgütlenmeyi önlemeyi amaçlayan hareketleri kırmak için özgürlükçü, hoşgörülü ve barışçıl bir söylem benimsemiştir. Oysa Medine döneminde (622-632), Hz. Muhammed Medine’ye hicret edip Medine İslam Devleti’ni kurunca, önce hakem sonra yönetici konumuna yükseldiği için, özgürlükçü söylemden önemli ölçüde vazgeçmiş; onun toplumsal önder oluşu, yani yönetici konuma yükselmesi, Kur'an’da kimi hukuki ve siyasi yargıların yer almasına neden olmuştur. Bu açıdan Hz. Muhammed’in Mekke dönemi Hz. İsa’yı; Medine dönemi ise Hz. Musa’yı andırır. Bu çözümlemeden de anlaşılacağı gibi, Hristiyanlık, doğuş koşulları itibariyle İslamiyet ve Yahudilikten bir ölçüde farklılaşmaktadır.

Hristiyanlık, salt doğuşundaki bu farklılığa ve “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” söylemine dayanılarak, özde laik bir din olarak nitelendirilebilir mi? Bence, bu soruya evet yanıtını vermek, Hristiyanlıkla ilgili pek çok olguyu görmezden gelmek anlamına gelmektedir. Eğer bütüncül bir kavrayışla ele alınırsa, Hristiyanlığın, Yahudilik ve İslam’dan özde, pek de farklı olmadığı, en azından özde laik sistemi olurlu kılan bir din olarak algılanamayacağı ortadadır. Çünkü Hristiyanlık, Yahudilik ve İslamiyet gibi teosentrik bir dindir ve yaşamın her yönünü düzenleme iddiasındadır.

Yine bu üç din, Orta Doğu kültürünün bir ürünüdür ve İbrahimî geleneğin uzantılarıdır. Öte yandan Hristiyanlık sadece İncil’den oluşmamakta, aksine, “Bible” hem İncil’i hem de Tevrat’ı içermektedir. Hz. İsa’nın deyişiyle, Hristiyanlık, Yahudi şeriatını yıkmak için değil, tamamlamak içindir. Tevrat ise daha önce de kaydettiğimiz gibi, yeme-içme, giyim-kuşam vb. kurallardan tutun da yaşamın hemen her yanını düzenleme eğilimindedir. Hz. İsa’nın çarmıha gerilmesi, siyasi açıdan tehlikeli bulunmasındandır. Yoksa yeni bir din kurmaya çalışmaktan değil. Çünkü Roma, birden fazla tek ve çoktanrılı dini bir arada barındırmış, dinsel hoşgörüsü oldukça esnek bir devletti. Kilise, Hz. İsa’nın baskıları yüzünden ötelediği “Tanrı devleti”ni bu dünyada kurmaya çalışmakla, aslında Hz. İsa’nın başaramadığı, fakat amaçladığı bir şeyi yapmaya girişmiştir. Hristiyanlık, evrenin yaratılışına ilişkin ifadelerinin yanında pek çok ahlaki söylem benimsemektedir ve pekâlâ o ahlaki söylemlerin önemli bir bölümü hukuksal ve siyasal bir söylem için gerekli kimi malzemeler olarak görülebilir ve görülmüştür de. Tüm bu gerekçelere ek olarak, Hristiyanlık özde laik idiyse, “niçin laiklik Batı’da son üç yüz yılda ortaya çıktı; kilise ve papalık neden sürekli iktidarı ele geçirmek ve dünyevi yönetimi, denetimi altına almak için çabaladı; Vatikan devletinin anlamı nedir; bugün kendilerini Hristiyan ön takısıyla sunan (Hristiyan Demokrat vb.) partiler niçin yer almaktadır?” gibi soruların yanıtları üzerinde bir parça düşünmek gerekmektedir. Laikliğin, Batı’da doğuşunu Hristiyanlığa bağlayanlar, laikliğin taşıyıcısı olan sosyo-ekonomik koşulları yeterince değerlendirmemektedirler. Basit bir tarihsel değerlendirme, düşüncenin, sosyo-ekonomik koşulları değil, sosyo-ekonomik koşulların düşüncelerin temelini oluşturduğunu; Orta Çağ’ın sonlarından itibaren, derebeyler ve kilise karşısında gücünü gittikçe artıran burjuvazinin, laik sistemin doğuşunu hazırladığını gösterebilir. Kısacası, laikliğin Doğu’da değil de Batı’da doğmasının nedeni, dinlerin farklılığında değil, tarihsel sosyo-ekonomik faktörlerin farklılığında aranmalıdır. Bu değerlendirmelerin ışığında, Hristiyanlığın, teosentrik yapısı açısından İslamiyet ve Yahudilikten farklı olmadığı gibi, dünyaya yönelik yaptırımlar açısından da özde pek de farklı olmadığı sonucuna varabiliriz. Çünkü evlenme, boşanma gibi olguların Hristiyanlıkta dinsel bir zemine oturtulduğunu; Hristiyanlık’ın faiz vb.’ye karşı durduğunu, öte yandan Tevrat’ın yaşamı düzenleyen kurallarını (şeriat) benimsediğini biliyoruz. Şu halde, laikliğin Batı’da, sosyo-ekonomik koşullarla tetiklenen ciddi bir mücadele sonucu kurulduğunu; bu mücadelenin karşısında ise Hristiyanlığın yer aldığını söyleyebiliriz.

IV
Hristiyanlık özde laik olmamasına rağmen, laik siyasal yapı Hristiyan ülkelerde tutunabilmişse, İslam ülkelerinde neden tutunmasın? Bir Hristiyan, laik bir sistem içerisinde yaşayabiliyorsa bir Müslüman neden yaşayamasın? Neden İslam laik bir toplumsal yapı ile uzlaşmasın? Bana öyle geliyor ki, İslam’ın laik bir siyasal sistemle uzlaşmayacağına inananlar, çoğu kez Türkiye gerçeğini görmezden gelmekte ya da en azından İslam ülkeleri içinde Türkiye, laik sistemi benimsemede yalnız kaldığı için, Türkiye gerçeğini bir yanılsama olarak algılamaktadırlar. Oysa Türkiye’de yaşanan durum bir yanılsama değil, bir gerçekliktir. Türkiye’de laikliğin var olması, tıpkı burjuva sınıfının, Hristiyanlığa rağmen laikliği yaşama geçirmesinde olduğu gibi, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir devrimle İslam şeriatına rağmen laik sistemi kurmasından kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz, Mustafa Kemal ve yandaşlarının bir dizi devrimle yaşama geçirdiği laiklik, bir halk hareketi olmaktan çok, bir seçkinler hareketidir. Buna rağmen, yani üstten inmeci yapısına karşın, laik sistem Türkiye’de belli ölçülerde yerleşmiş; laikliğin taşıyıcısı olan sosyo-ekonomik koşullar önemli ölçüde oluşturulmuştur.

Bunu görebilmek için, Türkiye dışındaki İslam ülkeleriyle Türkiye’yi ve Türkiye’nin 1920’li 1950’li, 1970’li, 1990’lı ve 2000’li yıllarını birbiriyle karşılaştırmak yeterlidir. Belki de tüm bunlardan daha önemlisi, 1920’li yıllarda İslam’la laik sistemin uzlaşabileceğini söyleyen bir din adamı bulunmazken, bugün pek çok ilahiyatçı, İslam’ın laik bir sistemle uzlaşabileceğini söylemekte ve İslam’da yeniden yapılanma hareketlerinden söz etmektedirler. Sanırım salt bu olgu bile, düşüncelerin toplumsal koşulları yaratmadığı, aksine toplumsal-ekonomik koşulların düşünceleri değiştirdiğinin en özgün kanıtıdır. Çünkü din gibi değişime oldukça kapalı olduğu söylenen bir sistem bile, sosyo-ekonomik koşullara uymakta, kendisini ona bağlı olarak yenilemektedir. Benim çeşitli yazılarımda postmodernist İslamcılar olarak nitelendirdiğim bir kesim, laiklik konusunda o denli ileri gitmektedir ki, tıpkı Hristiyanlıkta olduğu gibi, laikliği İslam’a bağlamakta ve laik sisteme geçişi, İslam’da öze dönüş hareketi olarak görmektedir.

Postmodernist İslamcıların, laiklik dâhil her şeyi teosentrik bir eksene oturtma çabaları, “kutsal metinlerin sosyal bilimin ilkeleri ışığında yorumlanması gerektiği” anlayışıyla örtüşmese de İslam’la laik sistemin uzlaştırılması konusunda önemli bir adım olarak görülebilir. Nitekim pek çok laik çevre tarafından postmodernist İslamcıların tutumu önemli ölçüde benimsenmiş, bu konuda onların görüşlerini halka yaymaları için pek çok olanak sunulmuştur. Postmodernist İslamcıların yaklaşımlarını yöntemsel açıdan eleştirmekle birlikte, aslında onların savunduğu sonuçlara belli ölçülerde yaklaşan anlayışlar savunmak hiç de zor değildir. Fakat yöntem farkının önemli olduğunu, kalıcı çözümler için “bilimsel bir yöntemin” vazgeçilemez koşul olduğunu belirtmek gerekir. Eğer postmodernist İslamcılar gibi, teosentrik çerçevede kalıp, modern değerlerin tümünü dine iliştirirsek, yeni bir bağnazlık yaratmış oluruz. Çünkü bugün ulaştığımız değerler nihai değerler değildir; insanlığın diyalektik gelişimi, daima daha iyisini ve yenisini aramayı ve bulmayı getirecektir. Bugünün değerlerini nihai değerlermiş gibi din eksenine, yani teosentrik bir çerçeveye oturtursak, bizden sonraki kuşağın önünü tıkamış; bizim uğraştığımız benzer sorunlarla uğraşmalarına zemin hazırlamış oluruz. Eğer sonraki nesilleri düşünüyor ve bilimsel, yani eleştirel, kuşkucu, devingen ve nesnel bir dünya imgesi mirası bırakmak istiyorsak, dine sosyal bilimlerin yöntemi ışığında bakmak, cesaretle teosentrik çerçeveyi sorgulamaya çalışmak zorundayız.

Anadolu’da, sağduyu sahibi hiç kimsenin sosyal bilimin ilkeleri ışığında İslam’ın kutsal metinlerinin irdelenmesinden rahatsız olacağını sanmıyorum. Önemli olan, saldırmadan, esnek bir dille kutsal metinleri irdelemek ve kutsal metinlerin pek çok öğesinin oluştuğu dönemle ilişkisini göstermektir. İslam dinsel bildirilerindeki yargıların sosyo-kültürel bağlamlarını, bir sosyal bilimci tavrıyla, nesnel bir biçimde ortaya koymak hiç de zor değildir. Görebildiğim kadarıyla, halkımızın araştırma ve okuma kültürü cılız olduğu için, Kur'an’da nelerin yer aldığını bilmemekte, postmodernist İslamcıların medyada boy göstermesi nedeniyle, tüm çağcıl değerlerin Kur'an’da bulunduğuna inanmaktadır. Oysa Kur'an’ın Hz. Muhammed’in savaşlarından, anlaşmalarından, o dönemdeki insanlarla ilişkilerinden, eşlerine ilişkin ayrıcalıktan, kölelerden, cariyelerden, kadının yeri geldiğinde dövülebileceğinden, kadına erkeğin yarısı miras verilmesinden, zina edene sopa atmaktan, hırsızın elinin kesilmesinden, Tanrı’yı ve peygamberi reddedenlerin öldürülmesinden, Yahudi ve Hristiyanları dost (veli) edinmemek gerektiğinden vb. söz ettiği; Kur'an’daki kıssaların, kozmik öğretilerin ve hatta Tanrı’ya yönelik ifadelerin biçimsel yönlerinin Kur'an’ın ortaya çıktığı dönemin insanlarının, sosyal sınıf, ekonomik koşullar ve zihinsel düzeyleriyle ilişkili olduğu anlatılabilse, Mustafa Kemal Atatürk’ün başlattığı laik paradigmanın ne denli önemli ve gerçekçi olduğu daha net kavranabilir. Fakat Kur'an’ın sosyo-kültürel altyapısına gönderme yapan bir bakış açısı, her nedense, kimi kesimlerce din karşıtı olarak algılanmakta ve susturulmaya çalışılmaktadır. Bu kesimlerin bir bölümünü ilahiyatçılar, bir bölümünü ise dinden çıkar elde eden, insanların inançlarını sömürerek iktidar olmayı seçen siyasiler oluşturmaktadır. Gelenekçi ve postmodernist ilahiyatçıların korkusu, gerçeği halka olduğu gibi anlatırsak, halk dinden uzaklaşacağı kaygılarıdır. Siyasilerin kaygısı ise açıktır; eğer kutsal metindeki pek çok öğe tarihi ise din sömürüsü yaparak iktidara nasıl geliriz, korkusudur. Halkımızın araştırma ve okuma kültürünün cılız olması bu kesimlerin işine de yaramaktadır. Ancak ben “ahlaklı olduklarına inanmak istediğim” ilahiyatçıların artık gerçeği söyleme zamanlarının geldiğine inanıyorum. Çünkü genç nesil, hepsi olmasa bile, okuma kültüründe belli ölçüde bir hareketlilik yaratmış durumdadır. Gizlenen ve söylenmeyen şeyleri okuduklarında daha fazla olumsuz şeyler düşünmeyecekler mi? Bu bağlamda, değerli hocam Prof. Dr. Mehmet Dağ’ın bir vesileyle bana anlattığı ve bir yazısında değindiği bir olayı sizinle paylamak isterim.

“Ankara’da belediye otobüslerinden birinde tanık olduğum bir tartışmayı aktarmak istiyorum. Konu, Kur'an’da kadınların mirastan erkeklere göre yarım pay almalarının buyrulması idi. Tartışanlardan biri bunun Kur'an’ın buyruğu olduğunu, öteki ise son ve en yetkin kitap olan Kur'an’da böyle bir şeyin bulunamayacağını savunuyordu: Kuşkusuz bunun Tanrı buyruğu olduğunu söyleyen kişi, az çok Kur'an’ı biliyordu; öteki ise bilmiyor, çağdaş değerlere aykırı bir şeyin Kur'an’da olamayacağını düşünüyordu. Sonunda tartışma öyle bir noktaya geldi ki, böyle bir şeyin Kur'an’da olamayacağını söyleyen kişi, ‘Eğer Kur'an’da böyle bir şey varsa ben o Kur'an’a inanmıyorum’ deyip kestirip attı. Bu nedenle Kur'an’a ve hadislere söz söyletmeme veya onları kendi kültürel bağlamlarından çıkararak, çağdaş gibi göstermek yerine, dürüstçe, iyi ve kötü yanlarıyla doğruları ortaya koymak daha iyi olmaz mı?”

Burada geleneksel ve postmodernist ilahiyatçıların, halka Kur'an’la ilgili doğruları olduğu gibi anlatmanın onları dinden uzaklaştıracakları paranoyalarıyla ilgili birkaç şey daha söylemekte yarar vardır. Bir şeyi ne kadar gizlersek gizleyelim, birileri, bilgiye ulaşmak çağımızda hiç de zor olmadığı için, gerçekleri öğrenebilir ve bizi şarlatanlıkla suçlayabilir. Hatta İslam’ın çağcıl değerlerle örtüştüğünü söylediğimiz için bizi bilimsel ahlaka riayet etmemekle suçlayabilir. Bunlardan daha da önemlisi gizleyici tutumumuz, gerçeği öğrenen insanlarımızı nihilizme itebilir. Bu olumsuz sonuçlardan kurtulmak için, tüm ilahiyatçıların Kur'an’ı tahrif etmeden olduğu gibi anlatmaları ve bu gerçekler ışığında, daha sağlıklı bir kuram geliştirmeleri daha doğru değil midir? Söz gelimi, Kur'an’ın sosyo-kültürel altyapısına gönderme yapıp, Hz. Muhammed’in Tanrısal esinle insanlığın çocukluk döneminde, o dönemin Arap toplumunun koşulları ekseninde, insanlığı eğitmek amacıyla bir örnek sunduğu; kendisi son peygamber olduğu için artık insanlığın kendi sorunlarını aklı ve ortak deneyimi doğrultusunda kendisinin çözmesi gerektiğini öğrettiğini söyleyemez miyiz? Böylelikle, Kur'an’da ifadesini bulan, insanın Tanrı’dan bir parça taşıdığı (“O’na ruhumdan üfledim” deyişini anımsatırım) ve insanın aklını kullanması gerektiği doğrultusundaki söylemler daha sağlıklı bir zemine oturmuş olmaz mı? Böylesi bir bakış açısı, insanımızın kendine güveni, yaşamımla ilgili kararlarımı ben alırım diyebilmesi ve Türk ulusunun laik bir paradigmayla dinamik bir geleceğe ulaşması konusunda daha etkili, verimli ve gerçekçi olmaz mı? Ayrıca, kendisini hem laik sistemle uzlaşı içinde gören hem de bir kutsala inanan insanlarımızın, kişiliklerinin paradokstan kurtulması için, anılan gerçekçi yöntem daha doğru değil midir?

V
İslam ve laiklik uzlaşır mı, sorusuna ne yanıt verdiğim, yukarda sunduğum çözümlemeden açıkça anlaşılamıyorsa, birkaç cümleyle yanıtım şudur: “Evet, bir insan hem Müslüman olabilir hem de laik sistem içinde yaşayabilir. Yeter ki, onun Müslümanlığı Kur'an’ın deyişiyle kalbini, gözlerini, kulaklarını ve zihnini mühürlemesin. İslam’da Hristiyanlık gibi ne bir ruhban sınıfı vardır ne de bir kilise örgütüne benzer bir cami örgütü. Tevrat geleneğini kendi inancına dâhil eden, bir din devletine sahip olan (Vatikan) imtiyazlı bir ruhban sınıfı olan ve geçmişte iktidarı ele geçiren Hristiyanlıkla laiklik uzlaşıyor da İslam’la neden uzlaşmasın? Bu arada, İslam’ın ekonomik, siyasal, hukuksal, kısacası, yaşamsal ilkeleri içerdiği düşüncesi sadece bir iddiadır; hiçbir gerçeklik taşımamaktadır. Salt “faize karşı çıkmak, ticari sözleşmeleri yazmak ve tartıda hile yapmamak” gibi, daha çok ahlaki niteliği olan hükümlerden hareket ederek bir İslam ekonomisi kurulamayacağı gibi, ceza ve miras hukukuna ilişkin tarihsel koşullu yargılardan da bir hukuk kurulamaz. Ayrıca, “içinizden emir sahiplerine itaat ediniz”, “işlerinizi danışarak (şûra) yapınız” gibi birkaç ayetten hareket ederek de İslami siyasal rejim oluşturulamaz. Kur'an’da kimi ilkelerin bulunduğu iddiası, postmodernist İslamcıların bir yanılgısıdır; çünkü ilke olarak algılanan her ayetin tekil bir neden olarak görebileceğimiz ortaya konuluş nedenleri (nüzul sebebi) bulunmaktadır. Bu olguları, Türk insanına anlatabilirsek, o zaman laik sistem karşıtı grupların tüm tutamaklarını kurutmuş oluruz.