Şantajla tecavüz
Şantajla tecavüz
''Evlilikten çok daha güzel''
''Evlilikten çok daha güzel''
Nihal Candan cezaevi günlerini anlattı
Nihal Candan cezaevi günlerini anlattı
Bülent Ersoy vasiyetini açıkladı
Bülent Ersoy vasiyetini açıkladı
123456789
Şantajla tecavüz
Şantajla tecavüz
''Evlilikten çok daha güzel''
''Evlilikten çok daha güzel''
Nihal Candan cezaevi günlerini anlattı
Nihal Candan cezaevi günlerini anlattı
Bülent Ersoy vasiyetini açıkladı
Bülent Ersoy vasiyetini açıkladı
123456789

BM Barış Gücü KKTC’ye sokulmamalı

Yıllardır belirtirim. Kıbrıs sorununa çözüm bulunmamasının en temel nedenlerinden birisi, Mart 1964’te Ada'da dökülen kanın durdurulması amacıyla Birleşmiş Milletler (BM) Barış Gücü oluşturulması ve Kıbrıs’a konuşlanması amacıyla Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde alınan karardır.

Bu karardaki en büyük sıkıntı, Ada'da anayasal meşruiyete haiz olmayan, kurucu anlaşmalara aykırı ve tamamen Rumlardan oluşan bir hükümetin “gereklilik şartı” nedeniyle “ev sahibi ülke hükümeti” olarak gösterilmesi idi. Rahmetli Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın gerek ABD ve İngiltere’nin gerekse diğer ülke delegelerinin Türk heyetine “Kanın durması için ve geçici olarak Rum hükümetini kabul ettik” dediklerini anlatırdı hep. Hayatının en üzgün anı olarak da tanımladığı o kararın alındığı gün, Rum mezalimine Barış Gücü’nün engel olacağı ümidiyle "Evet" demişti Türkiye.

Ne oldu sonra? Barış Gücü, Kıbrıs Rum hükümetinin “devlet yönetimini asi Türkler üzerine yayma” çabasına seyirci kaldı, hatta destek oldu. Böylece, Kıbrıs Türk kanının dökülmesi 1974’e kadar sürdü, 1963-1964 arası tarihin ender gördüğü bir mezalim, soykırım dönemi oldu.

Yine de her altı ayda bir Barış Gücü’nün görev süresi altı aylığına tekrar uzatılırken sadece Rum tarafının değil, Türk tarafının da görüşü alınır, metinde her istenilen yansıtılmasa da temel itirazlar dikkate alınırdı. Ne zamana kadar? 2003 yılına kadar. 2003 ve sonrasındaki dönemde Kıbrıs Türk tarafını tamamıyla yok sayan BM, arada bir Ankara'ya danışmayı yeterli gördü, gerek Ankara gerekse de Kıbrıs Türk tarafı BM’yi her yıl yazılı ama boş laflarla kınamakla yetindiler.

Halbuki özellikle iki devletli çözüm resmi tezi ise gerek Ankara’nın gerekse Kıbrıs Türk liderliğinin, Kıbrıs Türk Devleti'ni yok sayan, Kıbrıs Türk yönetimi iken bile danışma gereği gören ama şimdi Kıbrıs Türk liderliğini hiç dikkate almayan BM Genel Sekreterlik Ofisi ve Güvenlik Konseyi’ne gerekli cevap verilmeli, BM Barış Gücü’nün KKTC ile ayrı bir “ev sahibi ülke” anlaşması yapıncaya veya benzer geçici düzenlemeler yapılıncaya kadar Kuzey Kıbrıs’a geçişine son verilmeli, Kuzey Kıbrıs’ta konuşlu BM kışlaları derhal defedilmelidir.

Gerek Ankara’dan gerekse de KKTC Dışişleri Bakanlığı’ndan hamaset yüklü boş protesto yayınlanması haricinde adım atılmaması çok üzücüdür. Halbuki, BM’ye mütekabiliyet ilkesi gereği Ada'daki iki tarafa eşit muamele yapılıncaya kadar Kuzey’e ancak özel izinle ve sınırlı giriş yapılabileceğinin çoktan bildirilmesi gerekmekteydi.

Eşitlik, Kıbrıs davasının en temel ilkelerinden ve taleplerinden birisidir. BM Genel Sekreteri’nin Ada'ya Barış Gücü gönderen Güvenlik Konseyi kararında tanımlanan “iyi niyet” görevi, Ada'daki taraflara eşit davranmasını, kalıcı ve iki tarafın serbest görüşmelerle özgür iradeleriyle kabul edebilecekleri bir çözüme ulaşmalarına yardımcı olmasını emreder.

Eğer Güvenlik Konseyi, Ada'daki taraflardan birisini diğerinden üstün ve hatta onun hükümeti görmekte ise, ki fiili durum maalesef budur, BM’nin iyi niyetli arabuluculuk yapma kapasitesi yoktur. Ankara ve KKTC artık karar vermelidir. Gerçekten iki devletli çözüm mü talep edilmektedir, yoksa neyin olmayacağına herkesi inandırıp adım adım ilhaka doğru mu ilerleyeceğiz?

Ancak, unutulmamalıdır. Kıbrıs Adası'nın tümü veya bir bölümünün düşman bir yönetime sahip olması, temel Türkiye çıkarlarına uygun değildir.


Kıbrıs’ta Filistin modeli

Tevazu göstermeye gerek yok bazı durumlarda. Sanırım 1993 yılında, Filistin ile İsrail arasında Oslo Anlaşmalarının imzalanmasının ardından daha kuvvetli olarak seslendirilmeye başlanan kutsal topraklarda iki devletli çözüm etkisiyle, “Kıbrıs’ta Filistin modeli” isimli bir yazı kaleme almıştım.

Dönemin koşullarında provakatif olmakla birlikte özellikle rahmetli Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’a “yakın” olarak bilinen birisi için oldukça cesaret gerektiren bir yaklaşımdı. Nitekim yazı yayınlanmasının ardından rahmetli Başkan biraz da kızgın bir tonda, “Ne zaman geliyorsun?” dedi telefon görüşmemizde. Elbette bu “Acele gel, konuşmalıyız!” anlamındaydı.

Görüştüğümüzde, “Anlat bakayım, ne demek bu?” dedi. Uluslararası alanda Filistin’de iki devletli çözüm veya en azından ileri otonom yönetim hakkına sahip, uluslararası toplumla entegre olmuş bir Filistin özerk yönetiminin yaratacağı dalgadan bizim de yararlanmamızın, fırsatı değerlendirme olabileceğini söyledim.

Başkan, yüzünde adeta küfreder gibi, karşısındakine acıyormuş gibi müphem bir gülümseme ile “Tek akıllı sen misin?” dedi. Çok bozulmuştum. Çekmecesinden bir yazı çıkardı ve adeta fırlatır gibi masanın üzerine bıraktı. “Al oku şunu” dedi. Konuşma notu formatında hazırlanmış 5-6 sayfalık bir metindi. Hızla okudum. Okudukça kızardım. Yazımda dediğim birçok konuya başlıklarla değinmiş, birkaç yerde, özellikle garantiler ve "Türkiye’nin çıkarları nasıl korunacak?" gibi kırmızı kalemle altını çizdiği bölümler vardı.

“İyi dinliyorsun, çoğunlukla da denileni anlıyorsun… Ama bu yazdıklarının anlamının farkında mısın? Kaynağın kim diye sormayacağım, Türkiye Dışişleri olmadığını biliyorum. Bu nedenle endişeliyim” dedi.

Çeşitli diplomatik kaynaklar ile görüşmelerim ve uluslararası önemli bazı yayınlardaki satır aralarından esinlenerek yazıyı kaleme aldığımı söyledim. Bir yandan da “Çoğunlukla anlıyorsun” demek, bazen de anlamıyorsun anlamına geldiğine göre, neyi anlamadım acaba diye kafa patlatmaktaydım.

“İyi analiz yapmışsın, ama çok erken” dedi. “İşte anlamadığın da bu. Son konuşmamızda ben sana zaten iki devletli çözüm, konfederasyon meselesinde en temel sorunun garantiler ve Türkiye’nin Kıbrıs’ta ve Doğu Akdeniz’deki hakları konusu olduğunu ihsas etmemiş miydim?” dedi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü gibi oldu. Gerçekten de kısa bir süre önce Yılan Adası'ndaki konutunda bir akşamüstü sohbetinde, hiç Türkiye lafı geçmeden Ada'nın stratejik öneminden bahsetmiş, Türkiye'siz Kıbrıs Türk halkının mevcudiyetini en iyi şartta bile korumasının zor olacağının altını çizmiş ve hep vurguladığı “Türkiye’siz çözüm asla olmaz…” demişti.

İkna olmakta zorlandığımı anlamış olacak ki izah etti. “Filistin halkı ile Kıbrıs Türk halkı arasındaki temel fark ne, biliyor musun?” dedi. “Filistin halkı, tüm Arap dünyasının desteği ile mücadelesini devam ettiriyor değil mi? Bütün o desteğe rağmen Filistin halkı topraklarından atılmış, derme çatma kamplarda, korkunç insanlık dışı şartlarda yaşamaya çalışıyor. Tüm Arap dünyasında milliyetçiliği körüklemesi için Filistin halkı mülteci statüsünde kamplarda yaşamaya, yokluğa mahkum ediliyor. Filistin halkına samimi yardım etmeye çalışan tek ülke Türkiye. Ve biz, anavatan Türkiye’ye ve onun koşulsuz tam desteğine sahibiz. Sadece maddi değil, bizim için ölecek kadar adanmış bir destek. Yokluğunda ne olduğunu görüp yaşadığımız, asla bir daha o koşullara dönmeyi kabul etmeyeceğimiz bir adanmış anavatan.”

O gün anladım, Kıbrıs’a Filistin modeli değil, keşke Filistin’e Kıbrıs Türk modeli uygulanabilse…